BU YAZI İLK OLARAK 12 ARALIK 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİNDE YAYINLANMIŞTIR.
Dışarıdan bakınca ne kadar acayip değil mi? Polis diye bir örgüt var. Kaskı, copu, biber gazı, silahı, zırhıyla tam teşekküllü sayısız robokoptan oluşan bir yapılanma. Arkadaşımız, dostumuz olduğuna dair iddialar var. Ha bir de memleketteki asayişi sağlamak gibi de bir “kutsal” görev bahşedilmiş kendilerine.
Bu “arkadaşlar” aynı bölgede, birer gün arayla karşımıza çıkıyor. Yer: Beşiktaş. 4 Aralık Cumartesi günü…
ÖĞRENCİYE KARŞI ASLAN…
Birkaç yüz kişilik bir öğrenci grubu, “darbe yapılanması YÖK’ün kaldırılması”, “anadilde, parasız, bilimsel eğitim” ve “üniversitelerden güvenlik kuvvetlerinin çekilmesi” gibi iktidar ve yandaşlarının tahayyül dahi edemeyeceği demokratlıkta talepleriyle kendilerini yok sayan Başbakan ve rektörleri protesto ediyor. Üstelik cehaletini ön yargısına ve tarafına borçlu olan basın ve siyasilerin iddialarının aksine anayasal haklarına dayanarak gerçekleştiriyorlar bu eylemi.
Cengaver polisimizin tepkisiyse malum! “Türk polisi sahibini gururlandırırken” adlı filmden bilindik kareler… Protestoyu hazmedemeyen makatımın sultanının emriyle orantısız şiddeti de aşan işkence seviyesinde bir saldırı, yere düşmüşleri, silahsızları, zırhsızları hatta hamile bir arkadaşımızı bile hunharca coplayan, tekmeleyen bir barbarlık performansı.
Ha tabii bu arada Ankara’dan İstanbul’a gelmek isteyen öğrencilerin sanki kent OHAL şartlarındaymış ya da bu öğrenciler katil sürüsüymüş gibi şehre alınmamaları, otobüsleriyle geldikleri yere yallah geri postalanmaları gibi bir saçmalık da var.
HOLİGANA KARŞI KEDİ…
O günün ertesi… 5 Aralık Pazar. Yine Beşiktaş’tayız. Bursaspor taraftarına 7.5 yıl sonra izin çıkmış. Onlar da fırsat bu fırsat zulada ne kadar satır, katana, İsviçre çakısı falan varsa doldurmuşlar, otobüslerle İstanbul’a gelmişler. Bir gün önce yek yüreklerini ve demokratik taleplerini kuşanmış gelen öğrencileri şehre sokmayan “yiğitler” nedense bu bıçaklı arkadaşlara pek söz geçirememiş. Büyük ihtimalle otobüslerini aramaya dahi gerek duymamışlardır.
Pazar günü Beşiktaş’ta yaşananlar da malum! Çatışacağı kabak gibi meydanda olan iki taraftar grubu bir şekilde punduna getiriyor, birbirine giriyor ve 3 kişi bıçaklanıyor. Bir gün önce aynı caddede meydanda kül bırakmayan, silahsız öğrencilere karşı Conan kesilen polislerimiz bu kez ortalıkta yok! Ancak olay bittikten sonra şüphelileri gözaltına alırken görebiliyoruz onları.
Hiç kimsenin canına kastetmeyen öğrencinin karşısında aslan, eli bıçaklı holiganların karşısında kedi! Gücü yeten yetene mi? Başka bir durum mu var?
Aslında biraz sakin kafayla resmin dışına çıkıp düşününce ortada hiç de genel yapıyla, statükonun kaygı ve emelleriyle uyumsuz bir durum olmadığını fark edebiliriz. Fanatik futbol taraftarlığı ve bunun üzerinden oluşturulan, emekçilerin hayatını domine eden kültür müthiş bir “işgal” aracıdır. Egemen kültür, emekçinin reel yaşantısı ve içinde bulunduğu üretim koşullarını sorgulamasını engellemek üzerine tasarlanmıştır. Futbol fanatizmiyle yatıp kalkan milyonlarca gencin kendilerine devamlı olarak düzene itaat, milliyetçilik ve cinsiyetçilik aşılayan bu mikro ideoloji dışında bir şeyle, hele ki devrimci siyasetle uğraşması elbette ki hakim siyasi çevrelerin işine gelmez. Dolayısıyla iktidarın gözünde hangisi makbuldür, eli bıçaklı holigan mı, anadilde eğitim talep eden sosyalist öğrenci mi sorusunun cevabı tereddütsüz a şıkkıdır. Eh, bu şartlarda saldırıya uğrayanın b şıkkı olması da şaşırtıcı değil.
ÇÖZÜMSÜZLÜĞÜN YENİDEN ÜRETİMİ
Farkında mısınız bilmiyorum ama her sene benzer süreçleri 2-3 kez yaşıyoruz. Stadyum önünde birileri bıçaklanıyor. Ana akım medya çok üzülmüş pozlarına giriyor. Siyasiler kınama yayınlıyor. Futbol Federasyonu yasa çıkarmaktan falan bahsediyor. Holiganizmin neden kaka olduğuna dair sosyolojik 1-2 tefrika yayınlanıyor. Maşallah sporda şiddet ve sporda ırkçılığa karşı her türden lakırdı var. Ortada olmayan tek şey çözüm ve çözüme dair somut adımlar.
Türkiye ve dünyada bu soruna çözüm bulunamamasının birincil nedeni çözümün kimsenin umurunda olmaması. Yönetici elitlerin önem verdiği tek şey bu sorunun yarattığı marjinal “yıkıcılığın” azaltılması. Sorunun ortadan kaybolamayacağını kendileri de biliyor çünkü problem düzen içerisinde kendini sürekli olarak yeniden üretmekte. Sistem içi çözümlerle yoksulluğu, şehirciliği, eğitimi, sağlığı neden düzeltemiyorsak sporda şiddeti de aynı sebeplerden düzeltemiyoruz. Ehlileştirebilir miyiz? Kısmen. Bu çözüm müdür? Kesinlikle hayır! Bu sorunun ehlileştirilmesi gecekonduları yıkıp yoksul halkı kent çeperlerine süren ve “gözden ırak” yeni gettolar oluşmasına sebebiyet veren kapitalist şehirciliğin çözümlerine benzer. Engels’in deyimiyle “çözümsüzlük üreten çözüm.”
Son olarak kimin ne cibilliyette olduğunu açıkça ortaya seren bir haftayı geride bıraktık. Hamile arkadaşımızın karnındaki bebeği öldürenleri yakından tanıyoruz, unutmayacağız. “19 yaşında ve hamile…”, “hamilenin eylemde ne işi var…”, “hamile değil, yalan” diye yazanları yakından tanıyoruz, unutmayacağız. Bu cinayeti haber yapmayan, küçük gören sözde gazetecileri unutmayacağız! Bütün medya organları ve teşkilatlarıyla o gencecik arkadaşımızın üzerine gidenleri, onu harcamaya çalışan şerefsizleri bu ülkenin vicdanı körelmemiş insanları affetmeyecektir…
Kuru kuruya destek sözleriyle olmaz biliyorum. Daha fazlasının yapılması gerekir! Bunun neden yapılamadığını, polis cinayetine karşı neden yeri göğü inletemediğimizin cevabını da biz, yani sosyalist gruplar verelim. Bir sosyalistin “bu ülkenin insanları niye böyle” diye sızlanmaya hakkı yoktur. O yüzden Nazım Usta’nın şiirini biraz bozacağım: “Kabahat bizim demeye de dilim varmıyor ama kabahatin çoğu bizim canım kardeşlerim…”
Showing posts with label bursaspor. Show all posts
Showing posts with label bursaspor. Show all posts
Sunday, December 12, 2010
Sunday, November 21, 2010
Çapsız tiradın anlattıkları

BU YAZI İLK OLARAK 21 KASIM 2010'DA EVRENSEL GAZETESİNDE YAYINLANMIŞTIR
"At sahibine göre kişner” denir ya, bu medyada da aynen böyle. Sahibi kimse ona göre, onun çıkarlarına göre yayın yapar medya organları. Televizyon, bunun görsel olarak en gelişmiş örneklerini en yaygın şekilde sunma becerisine sahiptir. Bu bakımdan düzene eleştirel bir gözle bakabilenler için de önemli bir laboratuardır. Spor medyasına gelince, bu laboratuar bir panayır halini alır.
Spor ve spor basını sistemin önemli ideolojik uzuvlarından biri haline getirildiği ve dinamikleri militarizm, milliyetçilik ve cinsiyetçilikle harmanlandığı için onun aracılığıyla düzenin en realist fotoğraflarını çekebilirsiniz. Bu fotoğraflar realist olmalarından mütevellit eleştirel gözlere bir o kadar da can sıkıcı gelir. Ne de olsa gerçektir ve günümüzün gerçekliği en kibar tabirle mide bulandırıcıdır.
13 Kasım 2010’da oynanan Bursaspor-Trabzonspor maçı sonrası Bursaspor TV’de karşımıza çıkan spiker Seda Çapçı ülke sporundaki tüm çarpıklıkları 16 dakikalık hezeyan tiradına sığdırmayı başararak bu alanda önemli bir kaynak vazifesi gördü. Her cümlesinden fanatizm, hazımsızlık, erkek egemen söyleme bulanmış bir cinsiyetçilik, sosyal ırkçılık ve ayrımcılık akan Çapçı’nın mevzubahis sözlerini internete erişme olanağınız varsa kolayca dinleyebilirsiniz. Ben yine de o meşum cümlelerin üzerinden gitme ve sakatlıklarını teşhir etme niyetindeyim.
HEGEMONİK KÜLTÜRÜN ÖZETİ
“Biz bağrımızda, içimizde yaşattığımız Trabzonluları her zaman kanıksadık, kendimizden gördük, ayırt etmedik. Zaten T.C hudutları içerisinde bu dili konuşan, ben Türk’üm diyen herkes Türk’tür, kardeştir. Burada ekmek yediler, burada kazandılar. Biz mutlu olduk, hiçbir zaman bu ayrımı algılamadık ama bize algıda seçicilik yaptırdılar. Onları hemşeri kabul etmiştik, meğer değillermiş.”Çapçı’nın şoven, sosyal ırkçı ve banal faşist söylemlerin en klişelerini derleyerek seslendirdiği bu türküye sebep olarak gösterdiği şey Trabzonsporlu taraftarların galibiyetlerini kutlamaları, “Bize her yer Trabzon” gibi sloganlar atmaları, “Bursa pabucu yarım çık dışarıya oynayalım” demeleri. “Küfür ettiler” de diyor Çapçı, etmişlerdir doğrudur ama bu, Çapçı gibi tüm şehre yayın yapan bir kanalın spikerinin tavrını haklı çıkarır mı? Bursa’daki Karadenizli ve Trabzonlu nüfus epey fazladır. Çapçı’nın fanatizmle dışa vurdukları kentteki ayrımcı, tepeden bakan, ötekileştirici görüşleri ortaya dökmekle kalmıyor televizyon aracılığıyla bunları yaygınlaştırıyor ve besliyor da.
Çapçı burada kalmıyor. Üzerine futbol taraftarlığı elbisesi geçirilmiş erkek egemen söylemleri, “yiyorsa, çıkışta bekleyin ulan” düzeyiyle şakımaya devam ediyor. Biliyorum, benzetme ve mübalağa sanatlarına başvurduğumu sandınız ama vallahi öyle değil. Şöyle diyor spikerimiz:
“Madem her yer Trabzon diye tezahürat yapmayı biliyorsunuz, maç çıkışı Heykel’e gelseydiniz. Özellikle de Bursa’da EKMEK (burası vurgulu) yiyen Trabzonlulara sesleniyorum. Haydi giyin formalarınızı, çıkın gelin, bekliyorum. Gelemiyorsunuz çünkü…”
Bu noktada Çapçı, fanatizmin dayattığı yaygın bir saçmalığı da dillendiriyor: “Kendini, taraftarı olduğu takımın sözde karakteriyle özdeşleştirmek.” Çapçı’ya göre Bursaspor asil ve büyük bir camia bu sebepten “hayali bir cemaat” (Benedict Anderson’ın bu tabiriyle ulusçuluk-taraftarlık korelasyonuna da selam göndermiş olalım) olan Bursaspor taraftarları da asil, büyük ve elbette kaçınılmaz olarak diğerlerinden daha ayrıcalıklı.
“Biz her zaman olgun, asil bir duruş gösterdik. Yendiğimiz zaman karşı tarafı rencide etmeden sevindik, çünkü biz adam gibi(buralar ekstra vurgulu) bir camiayız.”
GERÇEKTEN KÜÇÜK, KÜÇÜĞÜ DESTEKLESE…
Seda Çapçı örneğinde de gördüğümüz gibi kadınların “adam gibi” benzeri cinsiyetçi söylemleri niye benimsediğini tüm bu tiradı dinleyince kestirmek zor değil. Çapçı, bu ülkenin nahoş fotoğrafını neredeyse eksiksiz bir şekilde vermeyi başarıyor. Futbol maçında alınan bir mağlubiyet, biraz sinir bozukluğu, biraz hazımsızlık birikmiş tüm nefreti, ayrımcılığı ve ideolojik çiğliği yansıtmaya yeterli.
Bu arada atlamayalım. Trabzonspor cephesinden Seda Çapçı’ya gösterilen kimi tepkiler de tüm bu “güzel ortam”la gayet kafiyeli. Çapçı’nın işine son verilmesi üzerine, “Biz adamı böyle kovdururuz”’dan başlayarak galiz küfürlere uzanan reaksiyonlar aslında Çapçı’nın varlık sebebi. Egemenlerin dilini kullanarak nefret saçan, birbirinin kopyası 2 ayrı kutuptan başka bir şey olmadıklarının maalesef farkında değiller.
Gazetelerde Trabzon’un başarısı üzerine atılan manşetleri, “Küçük, küçüğü desteklermiş her zaman, hayatta da böyledir bu…” diye tanımlayarak sonlandırıyor tiradını Çapçı. Eh, böyle sözler sarf eden birinin “küçük” kelimesiyle imlediklerini, kastettiklerini anlamak zor olmasa gerek. Umarız öyle olacak Seda Çapçı, size göre “küçük, sıradan, asil olmayan, bayağı insanlar” birbirini desteklemeye başlayacak ve egemenlerin değerlerini bir virüs gibi oradan oraya taşıyan, sizin gibilerden kurtulacağız…
Sunday, May 23, 2010
Bursa'nın şampiyonluğunu nasıl yorumlamalı?
BU YAZI İLK OLARAK 23 MAYIS 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.
Değişik bir şey oldu geçen hafta. Türkiye gibi bir monotonluklar cennetinde değişiklik çölde vaha olsa da, bu olay; önemini, değerini, medya diliyle konuşacak olursak, reytingini bir gün içinde yitirdi. En azından bu memleketin asıl derdinin ne olduğunu bilenler, Bursa’nın şampiyonluğunu hemencecik unuttu. Son 6 ay içinde 3. kez maden işçilerimizi katleden düzen, tekdüze yıkıcılığını bir kez daha hatırlattı bize. Futbolda yaşanan anlık bir ihtilalin sarhoşluğundan çabuk uyandık.
30 işçimizi yüreklere gömmüşken ve sendikalar yüzsüz yüzsüz “Grevin koşulları yok” diyerek 26 Mayıs genel grevinden su koyverirken, futbol konuşmak içimden gelmiyor. İçimden gelmiyor ya, bu ülkede bazı şeylerin gerçekten değişmesi için “değişiyoruz, gelişiyoruz” nutukları çekenleri de gerçeklere davet etmek, elzem bir görev değil midir; hele ki bu “değişiyoruz” hikayelerini dinlerken, ayakta düzüldüğümüz aşikarken?..
Bu hafta Star gazetesinden Mehmet Altan, Türkiye’nin değiştiğini ve bu değişim sayesinde Bursaspor’un şampiyon olabildiğini iddia etti. Ona göre bu aynı zamanda tüm ülke sathında süregelen bir trend olan; yoksulun zengini, Anadolu’nun Saray’ı, siyah Türkün beyaz Türkü devirmesinin ve ülkede yaşanan siyasal gelişmelerin bir göstergesiydi. Taraf gazetesinden değerli bir akademisyen yazarımız ise (iddialarını sanal ortamda dile getirdiği için adını vererek saygısızlık yapmak istemiyorum), ülkede yaşanan değişimlerin Anadolu burjuvazisini ekonomik olarak güçlendirdiğini söyledi ve bu sebepten artık sadece “güç ve para” ile şampiyon olunamayacağını iddia ederek ekledi: “Trabzon’un ‘70’lerdeki çıkışı sürekli değildi, oysa ben Bursa’nın sürekli olacağını iddia ediyorum, çünkü sermaye tabanı buralara kayıyor.”
BURSA’NIN SIRRI
İddiadaki çelişkilerin farkına siz de varmışsınızdır. Yazarımız önce bu sonucun giderek güçlenen Anadolu burjuvazisinin bir zaferi olduğunu söylüyor, sonra da güç ve paranın artık şampiyonluğa yetmediğini... Eğer Bursa’nın başarısındaki anahtar, iddia edildiği gibi kentin ve dolayısıyla kulübün mali olarak güçlenmesi ise “Para ve güç artık başarıya yetmiyor” argümanı kendi kendisini tekzip ediyor demektir. İkinci olarak, Trabzon’un ‘70’lerdeki çıkışı “güçlü ve sürekli” bir çıkış değilse, bu takım nasıl 6 lig şampiyonluğu, 8 Türkiye Kupası kazandı ve nasıl oluyor da hâlâ ekonomik ederi ve bütçesi diğer Anadolu kulüplerinin kat kat üzerinde? Trabzonspor’un 1984’ten beri lig şampiyonu olmadığı gerçeği bunu açıklamaya yetmez. Kulübün son 25 yılda kazandığı 9 kupayı hangi Anadolu takımı kazanabildi?
Kaldı ki yazarımızın da çok iyi bildiği gibi, Bursa şehrinin ekonomik olarak güçlülüğü yeni bir olgu değil. Bursaspor Kulübü’nün bütçesi de son dönemlerde yaşandığı iddia edilen bir değişimle aniden yükselmiş falan değildir. Tam aksine; Bursaspor, tıpkı Trabzonspor’un ‘70’lerde gerçekleştirdiği çıkış gibi öz kaynakları, akıllı-hesaplı transfer politikası ve futbolu/kulübünü seven geniş taraftar kitlesi sayesinde başarılı olabilmiştir.
Bu başarının Trabzonspor’unki kadar uzun soluklu olabilmesi ise çok zor gözüküyor. Çünkü ‘70’lerde “küçük” kulüplerle “büyük” kulüpler arasındaki ekonomik uçurum bu kadar büyük değildi, dolayısıyla daha kıt kaynaklara sahip takımlar zirveyi daha ciddi ve sürekli bir şekilde zorlayabiliyordu. Bu bütün dünyada böyle ve ülkemizde de Trabzon tek örnek değil. Eskişehirspor hiç şampiyon olamadı belki ama 1968 ila 75 arası ligin zirvesinden hiç inmedi de. Bugün bu istikrarı gösterebilen bir “Anadolu Kaplanı” görebilmiş değiliz. Dolayısıyla Bursaspor’un şu anda
Kayserispor/Ankaragücü/Gençlerbirliği gibi takımlarla eşdeğer seviyede olan ekonomik imkanları mucizevi bir şekilde yükselmezse (süreklilik arz eden bir şekilde), bu başarının Trabzonspor’unki kadar kalıcı olması mümkün gözükmüyor. Çünkü yukarıda söylediğim gibi, onlar da esasında Trabzon modeliyle başarılı oldu. Trabzon’dan tek artıları, kentin halihazırda zengin bir sanayi şehri olması. E bu da iddia sahibinin çok iyi bilmesi gerektiği gibi, son dönemde gerçekleşen bir değişimin eseri değil.
Mehmet Altan’a gelince; Altan, o pek sevdiği “Türkiye’deki değişim” türküsünün ana temasının, yoksulun zengini devirmesi olmadığını pekâlâ biliyor olmalı. Türkiye’de bir değişim yaşanıyor, evet. Bu değişim, devlet iktidarına demokratik yöntemlerle -öyle ya da böyle- 60 yıldır sahip olanların çok daha aklı başında ve sistematik hareket ederek devlet aygıtını da tamamen ellerine geçirmesi sürecinden ibarettir. Siyah Türkün, ezilenin, yoksulun, Kürdün vs. statükoya karşı konumu ufak bir yatay değişim göstermişse de güçlenmemiştir. Dolayısıyla Mehmet Altan’ın iddia ettiği gibi “yoksul” Bursa’nın şampiyonluğu, ülkedeki siyasal gelişmelerin sportif bir göstergesi değildir. Zira, ülkede ekonomik ve siyasal olarak ezilenlerin durumundaki tek değişiklik olumsuz yöndedir.
Sonuç olarak; Bursa’nın şampiyonluğu her ne kadar bizleri çok memnun etse de, ne kadar kalıcı olacağı ve Anadolu takımlarının önünü ne derece açacağı şüphelidir. Zira, oligarşi (GS-FB-BJK) tüm azametiyle olduğu yerde durmaktadır; tıpkı Türkiye Cumhuriyeti’nde olduğu gibi... Pek çok liberalimizin yaptığı üzere kapitalist gruplar arasındaki güç değişikliğini esaslı bir değişim olarak yorumlamak, kelimenin tam anlamıyla dezenformasyon üretmektir. Patron eskiden de sermayeydi; güç ve hegemonya araçları eskiden de onun tekelindeydi, şimdi de öyle. Değişen tek şey, Goliath’ın adı. Türk futbolundaysa böyle bir değişimin dahi yaşandığını söyleyemeyiz. Davut harika bir maç çıkardı, o kadar.
Değişik bir şey oldu geçen hafta. Türkiye gibi bir monotonluklar cennetinde değişiklik çölde vaha olsa da, bu olay; önemini, değerini, medya diliyle konuşacak olursak, reytingini bir gün içinde yitirdi. En azından bu memleketin asıl derdinin ne olduğunu bilenler, Bursa’nın şampiyonluğunu hemencecik unuttu. Son 6 ay içinde 3. kez maden işçilerimizi katleden düzen, tekdüze yıkıcılığını bir kez daha hatırlattı bize. Futbolda yaşanan anlık bir ihtilalin sarhoşluğundan çabuk uyandık.
30 işçimizi yüreklere gömmüşken ve sendikalar yüzsüz yüzsüz “Grevin koşulları yok” diyerek 26 Mayıs genel grevinden su koyverirken, futbol konuşmak içimden gelmiyor. İçimden gelmiyor ya, bu ülkede bazı şeylerin gerçekten değişmesi için “değişiyoruz, gelişiyoruz” nutukları çekenleri de gerçeklere davet etmek, elzem bir görev değil midir; hele ki bu “değişiyoruz” hikayelerini dinlerken, ayakta düzüldüğümüz aşikarken?..
Bu hafta Star gazetesinden Mehmet Altan, Türkiye’nin değiştiğini ve bu değişim sayesinde Bursaspor’un şampiyon olabildiğini iddia etti. Ona göre bu aynı zamanda tüm ülke sathında süregelen bir trend olan; yoksulun zengini, Anadolu’nun Saray’ı, siyah Türkün beyaz Türkü devirmesinin ve ülkede yaşanan siyasal gelişmelerin bir göstergesiydi. Taraf gazetesinden değerli bir akademisyen yazarımız ise (iddialarını sanal ortamda dile getirdiği için adını vererek saygısızlık yapmak istemiyorum), ülkede yaşanan değişimlerin Anadolu burjuvazisini ekonomik olarak güçlendirdiğini söyledi ve bu sebepten artık sadece “güç ve para” ile şampiyon olunamayacağını iddia ederek ekledi: “Trabzon’un ‘70’lerdeki çıkışı sürekli değildi, oysa ben Bursa’nın sürekli olacağını iddia ediyorum, çünkü sermaye tabanı buralara kayıyor.”
BURSA’NIN SIRRI
İddiadaki çelişkilerin farkına siz de varmışsınızdır. Yazarımız önce bu sonucun giderek güçlenen Anadolu burjuvazisinin bir zaferi olduğunu söylüyor, sonra da güç ve paranın artık şampiyonluğa yetmediğini... Eğer Bursa’nın başarısındaki anahtar, iddia edildiği gibi kentin ve dolayısıyla kulübün mali olarak güçlenmesi ise “Para ve güç artık başarıya yetmiyor” argümanı kendi kendisini tekzip ediyor demektir. İkinci olarak, Trabzon’un ‘70’lerdeki çıkışı “güçlü ve sürekli” bir çıkış değilse, bu takım nasıl 6 lig şampiyonluğu, 8 Türkiye Kupası kazandı ve nasıl oluyor da hâlâ ekonomik ederi ve bütçesi diğer Anadolu kulüplerinin kat kat üzerinde? Trabzonspor’un 1984’ten beri lig şampiyonu olmadığı gerçeği bunu açıklamaya yetmez. Kulübün son 25 yılda kazandığı 9 kupayı hangi Anadolu takımı kazanabildi?
Kaldı ki yazarımızın da çok iyi bildiği gibi, Bursa şehrinin ekonomik olarak güçlülüğü yeni bir olgu değil. Bursaspor Kulübü’nün bütçesi de son dönemlerde yaşandığı iddia edilen bir değişimle aniden yükselmiş falan değildir. Tam aksine; Bursaspor, tıpkı Trabzonspor’un ‘70’lerde gerçekleştirdiği çıkış gibi öz kaynakları, akıllı-hesaplı transfer politikası ve futbolu/kulübünü seven geniş taraftar kitlesi sayesinde başarılı olabilmiştir.
Bu başarının Trabzonspor’unki kadar uzun soluklu olabilmesi ise çok zor gözüküyor. Çünkü ‘70’lerde “küçük” kulüplerle “büyük” kulüpler arasındaki ekonomik uçurum bu kadar büyük değildi, dolayısıyla daha kıt kaynaklara sahip takımlar zirveyi daha ciddi ve sürekli bir şekilde zorlayabiliyordu. Bu bütün dünyada böyle ve ülkemizde de Trabzon tek örnek değil. Eskişehirspor hiç şampiyon olamadı belki ama 1968 ila 75 arası ligin zirvesinden hiç inmedi de. Bugün bu istikrarı gösterebilen bir “Anadolu Kaplanı” görebilmiş değiliz. Dolayısıyla Bursaspor’un şu anda
Kayserispor/Ankaragücü/Gençlerbirliği gibi takımlarla eşdeğer seviyede olan ekonomik imkanları mucizevi bir şekilde yükselmezse (süreklilik arz eden bir şekilde), bu başarının Trabzonspor’unki kadar kalıcı olması mümkün gözükmüyor. Çünkü yukarıda söylediğim gibi, onlar da esasında Trabzon modeliyle başarılı oldu. Trabzon’dan tek artıları, kentin halihazırda zengin bir sanayi şehri olması. E bu da iddia sahibinin çok iyi bilmesi gerektiği gibi, son dönemde gerçekleşen bir değişimin eseri değil.
Mehmet Altan’a gelince; Altan, o pek sevdiği “Türkiye’deki değişim” türküsünün ana temasının, yoksulun zengini devirmesi olmadığını pekâlâ biliyor olmalı. Türkiye’de bir değişim yaşanıyor, evet. Bu değişim, devlet iktidarına demokratik yöntemlerle -öyle ya da böyle- 60 yıldır sahip olanların çok daha aklı başında ve sistematik hareket ederek devlet aygıtını da tamamen ellerine geçirmesi sürecinden ibarettir. Siyah Türkün, ezilenin, yoksulun, Kürdün vs. statükoya karşı konumu ufak bir yatay değişim göstermişse de güçlenmemiştir. Dolayısıyla Mehmet Altan’ın iddia ettiği gibi “yoksul” Bursa’nın şampiyonluğu, ülkedeki siyasal gelişmelerin sportif bir göstergesi değildir. Zira, ülkede ekonomik ve siyasal olarak ezilenlerin durumundaki tek değişiklik olumsuz yöndedir.
Sonuç olarak; Bursa’nın şampiyonluğu her ne kadar bizleri çok memnun etse de, ne kadar kalıcı olacağı ve Anadolu takımlarının önünü ne derece açacağı şüphelidir. Zira, oligarşi (GS-FB-BJK) tüm azametiyle olduğu yerde durmaktadır; tıpkı Türkiye Cumhuriyeti’nde olduğu gibi... Pek çok liberalimizin yaptığı üzere kapitalist gruplar arasındaki güç değişikliğini esaslı bir değişim olarak yorumlamak, kelimenin tam anlamıyla dezenformasyon üretmektir. Patron eskiden de sermayeydi; güç ve hegemonya araçları eskiden de onun tekelindeydi, şimdi de öyle. Değişen tek şey, Goliath’ın adı. Türk futbolundaysa böyle bir değişimin dahi yaşandığını söyleyemeyiz. Davut harika bir maç çıkardı, o kadar.
Etiketler:
26 mayıs genel grevi,
ahmet altan,
bursaspor,
Evrensel,
Karadon
Saturday, March 13, 2010
Diyarbakır'ın öfkesi ve zalim melekler
BU YAZI İLK OLARAK 14 MART 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.
Olaylı Diyarbakır-Bursa maçı sonrası artık şu kesin ki “Diyarbakırspor Projesi” Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürt sorunu ekseninde ürettiği en dar görüşlü ve başarısız politikalardan biridir. İçeriği, ekonomik, sosyal ve kültürel olarak ayrımcılığa uğrayan ve haklı olarak buna isyan eden Kürtleri sporla uyutmak olan bu derin tasarı devlet adına koca bir hezimetten başka bir şey değildir.
T.C’nin resmi devlet söylemi Türk kimliği üzerinden şiddetli bir milliyetçilik dolayısıyla ayrımcılık içerdiği için gayriresmi politikalarındaki Kürt politikası da bir o kadar baskıcı ve anti-demokratik olagelmiştir. Devletin, tarihsel Kürt politikası ajandasına şöyle bir bakacak olursak devamlı bir “ehlileştirme” çabası görürüz: Kürtleri asimilasyonla ehlileştirme, Kürtleri barajlarla ehlileştirme, Kürtleri toplu kıyımlarla ehlileştirme, Kürtleri faşizmle ehlileştirme, Kürtleri olağanüstü hallerle ehlileştirme, Kürtleri sporla ehlileştirme….
Sirk var peki ya ekmek ve özgürlük?
Bu ahmakça girişimlerin hepsi başarısız oldu ve hepsinin başarısızlığı aslında birbiriyle ilintili. Türkiye’nin 90’lı yılların başında zirve yapan Kürt direnişine karşı ürettiği bu proje o kadar ilkeldi ki Romalılar’ın 3 bin yıllık meşhur “ekmek ve sirk” politikası bile bizimkinin yanında ilerici kalıyor. Ankara, Diyarbakır’a sadece “sirk” götürerek halkı susturabileceğini sandı. Oysa onların asıl talebi ekmekti, özgürlüktü, eşitlikti. Diyarbakırspor’la sınırlı kalan bu sözde spor açılımının Kürtler açısından tek olumlu yanı artık polisin şiddetine maruz kalmadan binlerce kişilik gruplar halinde toplanabilmeleriydi.
Politikanın asıl çuvalladığı nokta da burası zaten. Kürtler’i sadece sirkle uyutabileceğini düşünen devlet-sporun dinamiklerinden tamamen bihaber olduğu için-futbol stadyumlarının öfkeli kitlelerin bir araya gelmeleri için kusursuz bir mekân olduğunun farkında değildi. Ragıp Duran’ın bu proje ilk hayata geçirildiği dönemlerde yazdığı “Futbolukürdi” adlı makalede dediği gibi
Diyarbakırspor-Bursaspor maçında yaşananlar hoş değildi. Fakat bölgenin hakikati budur. Doğuda fırtınalar estirmek için ülkenin batısında rüzgâr ekenler emellerine ulaşmıştır. Ve Diyarbakır’ın memnuniyetsizliği artık sirki kendi elleriyle yıkabilecek raddeye erişmiştir. Kürtler öfkeli ve bu öfkenin sebebi sadece Bursa’daki maçta maruz kaldıkları ırkçı tezahüratlar değil. Türkiye Cumhuriyeti anayasasına, kapatılmış partilere, 1500 kişiyi gözaltına alan güdümlü operasyonlara, taş attığı için 10 yıl ceza alan 15 yaşındaki Berivan’a, pankart taşıdığı için 7 yıl ceza alan Vesile Ana’ya, binlerce faili meçhul cinayete, Ahmet Kaya’ya, Uğur Kaymaz’a, Ceylan Önkol’a, Dersim katliamına, Diyarbakır cezaevine kısacası bu ülkenin tarihine bakanlar resmi daha geniş göreceklerdir.
“Her melek zalimdir”
Hafta içi bağımsız basından öğrendim ve takip edebildim. Gazeteci Ali Barış Kurt’a dava açılmış, Uğur Kaymaz’ı öldürenlere katil dediği için. Ayıp etmiş Ali Barış Kurt. Hiç Uğur’u öldürenlere katil denir mi? Yok daha neler! Melektir onlar melek. 12 yaşında bir çocuğu 13 kurşunla öldürmenin neresi katillik Allah aşkına? Üstelik yaşasa terörist olacağı kesin, henüz yapım aşamasındaki bir devlet düşmanını öldürmek… Olsa olsa “devlet için kurşun yiyen de atan da şereflidir” kategorisinden sevaba girer.
Ali Barış Kurt’un “şerefli vatan hizmeti” nasıl olur bundan da haberi yok anlaşılan. Ne yapacaktı Uğur Kaymaz’ı öldüren şeref abideleri, bıraksalardı da kendi elleriyle terörist olana kadar besleseler miydi Uğur’u? Öldüreceklerdi tabii, şerefli vatan hizmetinin hası böyle olur. Ne Erdal Erenler, ne Ferhat Gerçekler, ne Engin Çeberler, ne İrfan Ağdaşları harcadı bu vatanın kahraman savunucuları, Uğur’un 12’lik bedeni mi durduracaktı onları?
Mamafih Ali Barış Kurt, suçludur. Uğur Kaymaz’ı, 12 yaşında 13 kurşunla öldüren, üstelik failleri Yüce Türk adaleti tarafından aklanmış o şirin insanlara hiç utanmadan katil demiştir. Aklını başına topla Ali Barış Kurt! Melektir onlar melek!
Rilke ne güzel demiş: “Her melek zalimdir.”
Olaylı Diyarbakır-Bursa maçı sonrası artık şu kesin ki “Diyarbakırspor Projesi” Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürt sorunu ekseninde ürettiği en dar görüşlü ve başarısız politikalardan biridir. İçeriği, ekonomik, sosyal ve kültürel olarak ayrımcılığa uğrayan ve haklı olarak buna isyan eden Kürtleri sporla uyutmak olan bu derin tasarı devlet adına koca bir hezimetten başka bir şey değildir.
T.C’nin resmi devlet söylemi Türk kimliği üzerinden şiddetli bir milliyetçilik dolayısıyla ayrımcılık içerdiği için gayriresmi politikalarındaki Kürt politikası da bir o kadar baskıcı ve anti-demokratik olagelmiştir. Devletin, tarihsel Kürt politikası ajandasına şöyle bir bakacak olursak devamlı bir “ehlileştirme” çabası görürüz: Kürtleri asimilasyonla ehlileştirme, Kürtleri barajlarla ehlileştirme, Kürtleri toplu kıyımlarla ehlileştirme, Kürtleri faşizmle ehlileştirme, Kürtleri olağanüstü hallerle ehlileştirme, Kürtleri sporla ehlileştirme….
Sirk var peki ya ekmek ve özgürlük?
Bu ahmakça girişimlerin hepsi başarısız oldu ve hepsinin başarısızlığı aslında birbiriyle ilintili. Türkiye’nin 90’lı yılların başında zirve yapan Kürt direnişine karşı ürettiği bu proje o kadar ilkeldi ki Romalılar’ın 3 bin yıllık meşhur “ekmek ve sirk” politikası bile bizimkinin yanında ilerici kalıyor. Ankara, Diyarbakır’a sadece “sirk” götürerek halkı susturabileceğini sandı. Oysa onların asıl talebi ekmekti, özgürlüktü, eşitlikti. Diyarbakırspor’la sınırlı kalan bu sözde spor açılımının Kürtler açısından tek olumlu yanı artık polisin şiddetine maruz kalmadan binlerce kişilik gruplar halinde toplanabilmeleriydi.
Politikanın asıl çuvalladığı nokta da burası zaten. Kürtler’i sadece sirkle uyutabileceğini düşünen devlet-sporun dinamiklerinden tamamen bihaber olduğu için-futbol stadyumlarının öfkeli kitlelerin bir araya gelmeleri için kusursuz bir mekân olduğunun farkında değildi. Ragıp Duran’ın bu proje ilk hayata geçirildiği dönemlerde yazdığı “Futbolukürdi” adlı makalede dediği gibi
“stadyumlarda bir araya gelen kitle, polis ve askerlere karşı kendilerini daha güçlü ve daha birlikte hissediyorlardı. Ayrıca üç büyükler ya da diğer büyük takımların bölgeye gidip maçlar yapması, bu takımlarda oynayan oyuncuların, idarecilerin hatta takıma eşlik eden seyircilerin de Kürt realitesiyle somut ve canlı olarak karşılaşmalarını sağlıyordu.”
Diyarbakırspor-Bursaspor maçında yaşananlar hoş değildi. Fakat bölgenin hakikati budur. Doğuda fırtınalar estirmek için ülkenin batısında rüzgâr ekenler emellerine ulaşmıştır. Ve Diyarbakır’ın memnuniyetsizliği artık sirki kendi elleriyle yıkabilecek raddeye erişmiştir. Kürtler öfkeli ve bu öfkenin sebebi sadece Bursa’daki maçta maruz kaldıkları ırkçı tezahüratlar değil. Türkiye Cumhuriyeti anayasasına, kapatılmış partilere, 1500 kişiyi gözaltına alan güdümlü operasyonlara, taş attığı için 10 yıl ceza alan 15 yaşındaki Berivan’a, pankart taşıdığı için 7 yıl ceza alan Vesile Ana’ya, binlerce faili meçhul cinayete, Ahmet Kaya’ya, Uğur Kaymaz’a, Ceylan Önkol’a, Dersim katliamına, Diyarbakır cezaevine kısacası bu ülkenin tarihine bakanlar resmi daha geniş göreceklerdir.
“Her melek zalimdir”
Hafta içi bağımsız basından öğrendim ve takip edebildim. Gazeteci Ali Barış Kurt’a dava açılmış, Uğur Kaymaz’ı öldürenlere katil dediği için. Ayıp etmiş Ali Barış Kurt. Hiç Uğur’u öldürenlere katil denir mi? Yok daha neler! Melektir onlar melek. 12 yaşında bir çocuğu 13 kurşunla öldürmenin neresi katillik Allah aşkına? Üstelik yaşasa terörist olacağı kesin, henüz yapım aşamasındaki bir devlet düşmanını öldürmek… Olsa olsa “devlet için kurşun yiyen de atan da şereflidir” kategorisinden sevaba girer.
Ali Barış Kurt’un “şerefli vatan hizmeti” nasıl olur bundan da haberi yok anlaşılan. Ne yapacaktı Uğur Kaymaz’ı öldüren şeref abideleri, bıraksalardı da kendi elleriyle terörist olana kadar besleseler miydi Uğur’u? Öldüreceklerdi tabii, şerefli vatan hizmetinin hası böyle olur. Ne Erdal Erenler, ne Ferhat Gerçekler, ne Engin Çeberler, ne İrfan Ağdaşları harcadı bu vatanın kahraman savunucuları, Uğur’un 12’lik bedeni mi durduracaktı onları?
Mamafih Ali Barış Kurt, suçludur. Uğur Kaymaz’ı, 12 yaşında 13 kurşunla öldüren, üstelik failleri Yüce Türk adaleti tarafından aklanmış o şirin insanlara hiç utanmadan katil demiştir. Aklını başına topla Ali Barış Kurt! Melektir onlar melek!
Rilke ne güzel demiş: “Her melek zalimdir.”
Etiketler:
bursaspor,
diyarbakırspor,
evrensel gazetesi,
irfan ağdaş,
kürt sorunu,
rilke,
uğur kaymaz
Sunday, October 4, 2009
İki şehrin hikayesi
BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.
Size bugün iki şehrin hikayesinden bahsedeceğim. Charles Dickens’ın klasik romanında olduğu gibi Paris ve Londra değil bu kentler. Biri Diyarbakır nam-i diğer Amed, diğeriyse Chicago nam-ı diğer Shikaakwa (Kızılderili dilinde). Kağıt üstünde, atlas üstünde ne üstünde olursa olsun birbirine kilometrelerce, millerce uzak bu iki şehri aynı spor yazısına konu eden bir ortaklık var. O da endüstrileşmiş sporların yan etkileri.
Milyarlarca insanı ve doları peşinden sürükleyen çok işlevli bir endüstriden bahsettiğimize göre bu endüstri, kapitalizmin diğer iş kollarından farklı bir önem arz etmektedir. Günümüzde spor, Louis Althusser’in din, medya, eğitim kurumları, askeriye, polis ve hukuk gibi kurumlarla formüle ettiği ikna ve baskı örgütleri kadar etkili bir figür olarak devletin dolayısıyla kapitalizmin ideolojik hedeflerini kollar, gözetir.
Çağımızın endüstriyel sporlarının kan kardeşi burjuva medyasıyla birlikte hamiliğini yaptığı ve yeniden ürettiği bu kapitalist nifakları şöyle sıralayabiliriz: 1- Irkçılık/Milliyetçilik 2- Cinsiyetçilik: Toplumun ataerkil yani erkek egemen unsurları lehine yaratılan ve beslenen cinsi ayrım. 3- Sporun sınıflılaştırılması: İşçi sınıfının ve emekçilerin spor yapma fırsat ve hakkının en aza indirilmesi 4- Sporun sosyal adaletsizliğin kalesi haline getirilmesi: Ezilen ve emek gücü gasbedilen halkın yarattığı maddi değerlerin milyonlarca dolarlık spor komplekslerine, kulüplere ve “süperstar” sporculara aktarılması, dolayısıyla hem iş gücünün sömürülmesi hem de kapitalist spor endüstrisinin güçlendirilmesi. 5- Sporcuların çalışma haklarının yok sayılması, kısıtlanması: Kısa ömürlü mesleklerinden sadece karın doyuracak kadar para kazanan sporcuların sendikal haklarının engellenmesi. (Bugün Türkiye’de halen bir sporcu sendikası yok).
Sporların endüstri haline geldiği her toplumda, egemen sınıfın ve kapitalist devletin işine gelen bu 5 unsurun varlığını ve gücünü hissedebiliriz. Şu aralar bu iki şehrin insanları bahsettiğim yan etkilerden fazlasıyla muzdaripler.
DİYARBAKIR
Devletin faşist ve ırkçı politikaları sonucu yaratılan bir savaşın tarafı ve suçlusu olarak mimlenmeye çalışılan Diyarbakırlılara karşı olan son ırkçı saldırılar Bursa Atatürk Stadı’nda gerçekleşti. “En iyi Kürt ölü Kürttür” gibi Hitler’i dahi kıskandıran bir pankartın stada sokulabildiği ve utanmadan sergilenebildiği bir toplumda barışı hayal etmek ne kadar gerçekçi bilemiyorum. Bildiğim bir şey varsa o da şudur ki; 365 gün Türk milliyetçiliği pompalayan holding gazetelerinin bu gibi ırkçı olaylar yaşandığında barışçı melekler kesilmesi ikiyüzlülüğün daniskasıdır. Gerçi bu tavır daha önceki yazılarımda da eleştirdiğim gibi ırkçılığı öcü, milliyetçiliği ise cici gibi pazarlamaya çalışan düzenin tavrına bire bir uygun. Dolayısıyla şaşırtıcı bir şey yok. Zaten öyle bir ülkede yaşıyoruz ki artık adamakıllı şaşırılacak derecede sansasyonel olay tipi kalmadı elimizde. Sizi bilmem ama bu durum beni fazlasıyla korkutuyor. O denli hafızasızlaştık ki, 12 Eylül vahşetini yaşayan eski solcuları bile darbecilerle aynı saflarda görmek mümkün. Varın gerisini siz düşünün! Neymiş? En iyi Kürt ölü Kürt’müş! Şu pankartın asılabilmesinden çok asılmış olmasına şaşıramamak insanın kanını donduruyor.
CHİCAGO
Kuşkusuz bir spor izleyicisi için olimpiyatlardan büyük eğlence yok. Fakat madalyonun bir de öteki yüzü var. Olimpiyatlar ve aslında tüm uluslararası spor müsabakaları beynelmilel bir milliyetçi sidik yarışı olarak algılandığı ve pompalandığı için egemen düzenin tüm isteklerine mükemmel bir tedarikçi pozisyonu almış durumdadırlar. 1936 Berlin Olimpiyatları’nın Nazi, 1978 Futbol Dünya Kupası’nın ise Arjantinli cuntacıların ellerinde nasıl ideolojik silahlara dönüştürüldüğünü henüz unutmadık. Bunları yalnızca en vahim örnekler olarak verişim ise olayın vahametini daha da artıran bir unsur. Atina 1896’sından, Pekin 2008’ine, tarihte organize edilen tüm olimpiyatlar, kapitalist dünyanın rekabetçi, milliyetçi ve cinsiyetçi özelliklerini yeniden üretmek için kullanılmıştır.
Yazının başında bahsettiğim “Sporun sosyal adaletsizliğin kalesi haline getirilmesi” öğesini unuttuğumu sanmayın. Şimdi oraya geliyorum.
Dünyanın önde gelen finans merkezlerinden olan Chicago, Amerika’da krizi derinden hisseden şehirlerden biri. Ağustos sonu itibariyle hesaplanan işsizlik oranı yüzde 10.7 ki bu, 1930’daki “Büyük Buhran”dan sonraki en yüksek rakam. İşsizlik had safhada, halk hiç olmadığı kadar zor durumda ve suç oranları yükselmeye devam ediyor. Tüm bunlara rağmen Chicago Olimpiyat Komitesi yetkilileri vergi yükümlülerinin sırtına yani halka tam 2 milyar dolarlık bir “Olimpiyat Vergisi” yüklemiş durumda. Kaldı ki Atlanta ‘96, Sydney ‘00, Atina ‘04 gibi organizasyonların tamamı olimpiyat oyunlarından zarar etmiş vaziyetteler ki Londra 2012’nin de akıbetinin aynı olacağı kesin. Anlayacağınız yaygın kanının aksine, bir kentin olimpiyat düzenlemesi eşittir ekonomik getiri diye bir denklem söz konusu değil. Hatta tam tersi bir durumdan bahsedebiliriz. Ortaya çıkacak zararın da şehir halkına eşit şekilde ödettirildiği düşünülürse tıpkı her türlü ekonomik krizde olduğu gibi burada da asıl mağdurun işsizlikle, hastalıklarla, eğitimsizlikle, suçla boğuşan emekçi halk olacağını söylersek abartmış olmayız. Üstelik Chicago 2016’nın ajandası, Pekin 2008’de olduğu gibi beraberinde acımasız bir kentsel dönüşüm projesini de getiriyor ki bu, binlerce emekçinin evlerinden zorla tahliye edilmesi anlamına geliyor.
Chicagolu Obama bu haftayı yoğun geçirdi. En son memleketinin olimpiyat kampanyasına destek vermek için Kopenhag’daydı. Direniş evrenseldir. Chicagolu bir emekçi olduğumu varsayın ve isyana katılın: Chicago’nun daha iyi işlere, okullara, evlere, hastanelere ihtiyacı var! Olimpiyatlara değil!
Size bugün iki şehrin hikayesinden bahsedeceğim. Charles Dickens’ın klasik romanında olduğu gibi Paris ve Londra değil bu kentler. Biri Diyarbakır nam-i diğer Amed, diğeriyse Chicago nam-ı diğer Shikaakwa (Kızılderili dilinde). Kağıt üstünde, atlas üstünde ne üstünde olursa olsun birbirine kilometrelerce, millerce uzak bu iki şehri aynı spor yazısına konu eden bir ortaklık var. O da endüstrileşmiş sporların yan etkileri.
Milyarlarca insanı ve doları peşinden sürükleyen çok işlevli bir endüstriden bahsettiğimize göre bu endüstri, kapitalizmin diğer iş kollarından farklı bir önem arz etmektedir. Günümüzde spor, Louis Althusser’in din, medya, eğitim kurumları, askeriye, polis ve hukuk gibi kurumlarla formüle ettiği ikna ve baskı örgütleri kadar etkili bir figür olarak devletin dolayısıyla kapitalizmin ideolojik hedeflerini kollar, gözetir.
Çağımızın endüstriyel sporlarının kan kardeşi burjuva medyasıyla birlikte hamiliğini yaptığı ve yeniden ürettiği bu kapitalist nifakları şöyle sıralayabiliriz: 1- Irkçılık/Milliyetçilik 2- Cinsiyetçilik: Toplumun ataerkil yani erkek egemen unsurları lehine yaratılan ve beslenen cinsi ayrım. 3- Sporun sınıflılaştırılması: İşçi sınıfının ve emekçilerin spor yapma fırsat ve hakkının en aza indirilmesi 4- Sporun sosyal adaletsizliğin kalesi haline getirilmesi: Ezilen ve emek gücü gasbedilen halkın yarattığı maddi değerlerin milyonlarca dolarlık spor komplekslerine, kulüplere ve “süperstar” sporculara aktarılması, dolayısıyla hem iş gücünün sömürülmesi hem de kapitalist spor endüstrisinin güçlendirilmesi. 5- Sporcuların çalışma haklarının yok sayılması, kısıtlanması: Kısa ömürlü mesleklerinden sadece karın doyuracak kadar para kazanan sporcuların sendikal haklarının engellenmesi. (Bugün Türkiye’de halen bir sporcu sendikası yok).
Sporların endüstri haline geldiği her toplumda, egemen sınıfın ve kapitalist devletin işine gelen bu 5 unsurun varlığını ve gücünü hissedebiliriz. Şu aralar bu iki şehrin insanları bahsettiğim yan etkilerden fazlasıyla muzdaripler.
DİYARBAKIR
Devletin faşist ve ırkçı politikaları sonucu yaratılan bir savaşın tarafı ve suçlusu olarak mimlenmeye çalışılan Diyarbakırlılara karşı olan son ırkçı saldırılar Bursa Atatürk Stadı’nda gerçekleşti. “En iyi Kürt ölü Kürttür” gibi Hitler’i dahi kıskandıran bir pankartın stada sokulabildiği ve utanmadan sergilenebildiği bir toplumda barışı hayal etmek ne kadar gerçekçi bilemiyorum. Bildiğim bir şey varsa o da şudur ki; 365 gün Türk milliyetçiliği pompalayan holding gazetelerinin bu gibi ırkçı olaylar yaşandığında barışçı melekler kesilmesi ikiyüzlülüğün daniskasıdır. Gerçi bu tavır daha önceki yazılarımda da eleştirdiğim gibi ırkçılığı öcü, milliyetçiliği ise cici gibi pazarlamaya çalışan düzenin tavrına bire bir uygun. Dolayısıyla şaşırtıcı bir şey yok. Zaten öyle bir ülkede yaşıyoruz ki artık adamakıllı şaşırılacak derecede sansasyonel olay tipi kalmadı elimizde. Sizi bilmem ama bu durum beni fazlasıyla korkutuyor. O denli hafızasızlaştık ki, 12 Eylül vahşetini yaşayan eski solcuları bile darbecilerle aynı saflarda görmek mümkün. Varın gerisini siz düşünün! Neymiş? En iyi Kürt ölü Kürt’müş! Şu pankartın asılabilmesinden çok asılmış olmasına şaşıramamak insanın kanını donduruyor.
CHİCAGO
Kuşkusuz bir spor izleyicisi için olimpiyatlardan büyük eğlence yok. Fakat madalyonun bir de öteki yüzü var. Olimpiyatlar ve aslında tüm uluslararası spor müsabakaları beynelmilel bir milliyetçi sidik yarışı olarak algılandığı ve pompalandığı için egemen düzenin tüm isteklerine mükemmel bir tedarikçi pozisyonu almış durumdadırlar. 1936 Berlin Olimpiyatları’nın Nazi, 1978 Futbol Dünya Kupası’nın ise Arjantinli cuntacıların ellerinde nasıl ideolojik silahlara dönüştürüldüğünü henüz unutmadık. Bunları yalnızca en vahim örnekler olarak verişim ise olayın vahametini daha da artıran bir unsur. Atina 1896’sından, Pekin 2008’ine, tarihte organize edilen tüm olimpiyatlar, kapitalist dünyanın rekabetçi, milliyetçi ve cinsiyetçi özelliklerini yeniden üretmek için kullanılmıştır.
Yazının başında bahsettiğim “Sporun sosyal adaletsizliğin kalesi haline getirilmesi” öğesini unuttuğumu sanmayın. Şimdi oraya geliyorum.
Dünyanın önde gelen finans merkezlerinden olan Chicago, Amerika’da krizi derinden hisseden şehirlerden biri. Ağustos sonu itibariyle hesaplanan işsizlik oranı yüzde 10.7 ki bu, 1930’daki “Büyük Buhran”dan sonraki en yüksek rakam. İşsizlik had safhada, halk hiç olmadığı kadar zor durumda ve suç oranları yükselmeye devam ediyor. Tüm bunlara rağmen Chicago Olimpiyat Komitesi yetkilileri vergi yükümlülerinin sırtına yani halka tam 2 milyar dolarlık bir “Olimpiyat Vergisi” yüklemiş durumda. Kaldı ki Atlanta ‘96, Sydney ‘00, Atina ‘04 gibi organizasyonların tamamı olimpiyat oyunlarından zarar etmiş vaziyetteler ki Londra 2012’nin de akıbetinin aynı olacağı kesin. Anlayacağınız yaygın kanının aksine, bir kentin olimpiyat düzenlemesi eşittir ekonomik getiri diye bir denklem söz konusu değil. Hatta tam tersi bir durumdan bahsedebiliriz. Ortaya çıkacak zararın da şehir halkına eşit şekilde ödettirildiği düşünülürse tıpkı her türlü ekonomik krizde olduğu gibi burada da asıl mağdurun işsizlikle, hastalıklarla, eğitimsizlikle, suçla boğuşan emekçi halk olacağını söylersek abartmış olmayız. Üstelik Chicago 2016’nın ajandası, Pekin 2008’de olduğu gibi beraberinde acımasız bir kentsel dönüşüm projesini de getiriyor ki bu, binlerce emekçinin evlerinden zorla tahliye edilmesi anlamına geliyor.
Chicagolu Obama bu haftayı yoğun geçirdi. En son memleketinin olimpiyat kampanyasına destek vermek için Kopenhag’daydı. Direniş evrenseldir. Chicagolu bir emekçi olduğumu varsayın ve isyana katılın: Chicago’nun daha iyi işlere, okullara, evlere, hastanelere ihtiyacı var! Olimpiyatlara değil!
Subscribe to:
Posts (Atom)