Sunday, October 4, 2009

İki şehrin hikayesi

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Size bugün iki şehrin hikayesinden bahsedeceğim. Charles Dickens’ın klasik romanında olduğu gibi Paris ve Londra değil bu kentler. Biri Diyarbakır nam-i diğer Amed, diğeriyse Chicago nam-ı diğer Shikaakwa (Kızılderili dilinde). Kağıt üstünde, atlas üstünde ne üstünde olursa olsun birbirine kilometrelerce, millerce uzak bu iki şehri aynı spor yazısına konu eden bir ortaklık var. O da endüstrileşmiş sporların yan etkileri.

Milyarlarca insanı ve doları peşinden sürükleyen çok işlevli bir endüstriden bahsettiğimize göre bu endüstri, kapitalizmin diğer iş kollarından farklı bir önem arz etmektedir. Günümüzde spor, Louis Althusser’in din, medya, eğitim kurumları, askeriye, polis ve hukuk gibi kurumlarla formüle ettiği ikna ve baskı örgütleri kadar etkili bir figür olarak devletin dolayısıyla kapitalizmin ideolojik hedeflerini kollar, gözetir.

Çağımızın endüstriyel sporlarının kan kardeşi burjuva medyasıyla birlikte hamiliğini yaptığı ve yeniden ürettiği bu kapitalist nifakları şöyle sıralayabiliriz: 1- Irkçılık/Milliyetçilik 2- Cinsiyetçilik: Toplumun ataerkil yani erkek egemen unsurları lehine yaratılan ve beslenen cinsi ayrım. 3- Sporun sınıflılaştırılması: İşçi sınıfının ve emekçilerin spor yapma fırsat ve hakkının en aza indirilmesi 4- Sporun sosyal adaletsizliğin kalesi haline getirilmesi: Ezilen ve emek gücü gasbedilen halkın yarattığı maddi değerlerin milyonlarca dolarlık spor komplekslerine, kulüplere ve “süperstar” sporculara aktarılması, dolayısıyla hem iş gücünün sömürülmesi hem de kapitalist spor endüstrisinin güçlendirilmesi. 5- Sporcuların çalışma haklarının yok sayılması, kısıtlanması: Kısa ömürlü mesleklerinden sadece karın doyuracak kadar para kazanan sporcuların sendikal haklarının engellenmesi. (Bugün Türkiye’de halen bir sporcu sendikası yok).
Sporların endüstri haline geldiği her toplumda, egemen sınıfın ve kapitalist devletin işine gelen bu 5 unsurun varlığını ve gücünü hissedebiliriz. Şu aralar bu iki şehrin insanları bahsettiğim yan etkilerden fazlasıyla muzdaripler.

DİYARBAKIR

Devletin faşist ve ırkçı politikaları sonucu yaratılan bir savaşın tarafı ve suçlusu olarak mimlenmeye çalışılan Diyarbakırlılara karşı olan son ırkçı saldırılar Bursa Atatürk Stadı’nda gerçekleşti. “En iyi Kürt ölü Kürttür” gibi Hitler’i dahi kıskandıran bir pankartın stada sokulabildiği ve utanmadan sergilenebildiği bir toplumda barışı hayal etmek ne kadar gerçekçi bilemiyorum. Bildiğim bir şey varsa o da şudur ki; 365 gün Türk milliyetçiliği pompalayan holding gazetelerinin bu gibi ırkçı olaylar yaşandığında barışçı melekler kesilmesi ikiyüzlülüğün daniskasıdır. Gerçi bu tavır daha önceki yazılarımda da eleştirdiğim gibi ırkçılığı öcü, milliyetçiliği ise cici gibi pazarlamaya çalışan düzenin tavrına bire bir uygun. Dolayısıyla şaşırtıcı bir şey yok. Zaten öyle bir ülkede yaşıyoruz ki artık adamakıllı şaşırılacak derecede sansasyonel olay tipi kalmadı elimizde. Sizi bilmem ama bu durum beni fazlasıyla korkutuyor. O denli hafızasızlaştık ki, 12 Eylül vahşetini yaşayan eski solcuları bile darbecilerle aynı saflarda görmek mümkün. Varın gerisini siz düşünün! Neymiş? En iyi Kürt ölü Kürt’müş! Şu pankartın asılabilmesinden çok asılmış olmasına şaşıramamak insanın kanını donduruyor.

CHİCAGO

Kuşkusuz bir spor izleyicisi için olimpiyatlardan büyük eğlence yok. Fakat madalyonun bir de öteki yüzü var. Olimpiyatlar ve aslında tüm uluslararası spor müsabakaları beynelmilel bir milliyetçi sidik yarışı olarak algılandığı ve pompalandığı için egemen düzenin tüm isteklerine mükemmel bir tedarikçi pozisyonu almış durumdadırlar. 1936 Berlin Olimpiyatları’nın Nazi, 1978 Futbol Dünya Kupası’nın ise Arjantinli cuntacıların ellerinde nasıl ideolojik silahlara dönüştürüldüğünü henüz unutmadık. Bunları yalnızca en vahim örnekler olarak verişim ise olayın vahametini daha da artıran bir unsur. Atina 1896’sından, Pekin 2008’ine, tarihte organize edilen tüm olimpiyatlar, kapitalist dünyanın rekabetçi, milliyetçi ve cinsiyetçi özelliklerini yeniden üretmek için kullanılmıştır.

Yazının başında bahsettiğim “Sporun sosyal adaletsizliğin kalesi haline getirilmesi” öğesini unuttuğumu sanmayın. Şimdi oraya geliyorum.

Dünyanın önde gelen finans merkezlerinden olan Chicago, Amerika’da krizi derinden hisseden şehirlerden biri. Ağustos sonu itibariyle hesaplanan işsizlik oranı yüzde 10.7 ki bu, 1930’daki “Büyük Buhran”dan sonraki en yüksek rakam. İşsizlik had safhada, halk hiç olmadığı kadar zor durumda ve suç oranları yükselmeye devam ediyor. Tüm bunlara rağmen Chicago Olimpiyat Komitesi yetkilileri vergi yükümlülerinin sırtına yani halka tam 2 milyar dolarlık bir “Olimpiyat Vergisi” yüklemiş durumda. Kaldı ki Atlanta ‘96, Sydney ‘00, Atina ‘04 gibi organizasyonların tamamı olimpiyat oyunlarından zarar etmiş vaziyetteler ki Londra 2012’nin de akıbetinin aynı olacağı kesin. Anlayacağınız yaygın kanının aksine, bir kentin olimpiyat düzenlemesi eşittir ekonomik getiri diye bir denklem söz konusu değil. Hatta tam tersi bir durumdan bahsedebiliriz. Ortaya çıkacak zararın da şehir halkına eşit şekilde ödettirildiği düşünülürse tıpkı her türlü ekonomik krizde olduğu gibi burada da asıl mağdurun işsizlikle, hastalıklarla, eğitimsizlikle, suçla boğuşan emekçi halk olacağını söylersek abartmış olmayız. Üstelik Chicago 2016’nın ajandası, Pekin 2008’de olduğu gibi beraberinde acımasız bir kentsel dönüşüm projesini de getiriyor ki bu, binlerce emekçinin evlerinden zorla tahliye edilmesi anlamına geliyor.

Chicagolu Obama bu haftayı yoğun geçirdi. En son memleketinin olimpiyat kampanyasına destek vermek için Kopenhag’daydı. Direniş evrenseldir. Chicagolu bir emekçi olduğumu varsayın ve isyana katılın: Chicago’nun daha iyi işlere, okullara, evlere, hastanelere ihtiyacı var! Olimpiyatlara değil!

No comments: