Showing posts with label metin kurt. Show all posts
Showing posts with label metin kurt. Show all posts

Friday, September 17, 2010

Ulufenin sırrı

BU YAZI İLK OLARAK 16 EYLÜL 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİNDE YAYINLANMIŞTIR.

“Milyarlarca dolar versek Türkiye’yi böyle güzel tanıtamayız.”

“Varlığınız Türk varlığına armağan olsun”

Bu cümlelerden ilki Abdullah Gül’e, ikincisi Garanti Bankasına ait. İkisinin de muhatabı Dünya Basketbol Şampiyonası’nda gümüş madalya kazanan Türkiye milli takımı oyuncuları ve teknik ekibi. Ve çok konuşulan 28 milyon TL’lik (Artı cumhuriyet altınları) gümüş madalya priminin sırrı da bu cümlelerde yatıyor.

Ustamız Metin Kurt, sporcuyu “Seyir yaratan emekçi” olarak tarif eder. Son derece isabetli olan bu tanıma mesele uluslararası müsabakalar olunca bir de şu eklenir: “Ulusal gurur yaratan ve ülkenin imajından sorumlu emekçi”. Biraz uzun oldu ve pek de afili durmadı farkındayım ama zaten olayın kendisi de pek öyle ahım şahım bir şey değil.

Ulusal gurur üreten “Gezici reklam panoları”

Ülke tanıtımı dediğimiz olgu günümüzde devletler tarafından hiçbiri ekonomik kâr getirmeyen ve kentsel yapılar içinde özellikle yoksulların yaşam standartlarını iyice aşağı çeken mega spor organizasyonlarının meşrulaştırılmasında önemli bir bahane konumundadır. Öyle sihirli bir sözcüktür ki bu, on binlerce insanı çitlerle çevrili toplama kamplarına kapatırsınız ve geri kalanların ruhu bile duymaz. Bunun en yakın örneğini Güney Afrika’daki Dünya Kupası sırasında gördük. Spor Bakanı Danny Jordaan “Herkes Güney Afrika’nın birinci sınıf bir ülke olduğunu görecek” derken ülkeyi “güzel” göstermek için gecekondu mahallelerinin yıkıldığı ve buralarda oturan insanların etrafı çitlerle çevrili teneke kentlere kapatıldığı gerçeğini yok sayıyordu elbette.

Esasında uluslararası spor organizasyonlarının milli gurur üretme ve ekonomiye katkı sağlama gibi amaçlarla düzenleniyor olması onları savaşlardan farksız kılıyor. Zaten medyada bu müsabakaların bu kadar militarist bir dille işlenmesi de bunu kanıtlıyor. Bu açıdan bakıldığında devlet erkanının ülke adına önemli bir hizmet gördüğü kabul edilen bu sporcuları milyonlara boğması sistemin sınırları içerisinde anlaşılır bir durum. “Milyarlarca dolar versek Türkiye’yi böyle güzel tanıtamayız. Ülkeye büyük ün, şan ve güç kattınız” diyor adamlar daha ne desinler. Elbette ödüllerin de haybeden dağıtılan ulufeler kıvamında olmasında şaşırtıcı bir yan yok.

Tabii uygulamanın biraz da bizim ülkemize has olduğunu belirtmek lazım. Örneğin altın madalya kazanan ABD’li oyunculara böyle bir prim verilmedi. Gerçi onlardan kimse Hidayet Türkoğlu gibi kameralar karşısında “MADDİ manevi destek bekliyoruz” diyerek halaya da durmadı ya neyse…

Arkeolojik bir olgu: kapitalist devlet ve kamu yararı

Kamu yararı gibi bir kavramın fosilleşmiş kabul edildiği günümüz dünyasında bu cümlelerimiz birçok kimseye arkaik geliyordur. Fakat onların bu çarpık algılayışı dünya üzerinde zapt etmediği hücre kalmayan neoliberalizmin sporu her anlamda sosyal adaletsizliğin kalelerinden biri haline getirdiği gerçeğini de değiştirmiyor. Ben burada 28 milyon liraya 280 tane basketbol sahası yapılırdı desem dakikasında fosilleşmiş ilan edileceğim, varın gerisini siz düşünün.

Devlet erkanının başarılı basketbolcuları 28 milyon + 500’er cumhuriyet altını ile ödüllendirdiği gün AİHM de Türkiye’yi Hrant Dink davasında suçlu buldu ve 133 bin avro ödemeye mahkum etti. O sıralarda bir tanıdık da twitter’dan şöyle yazıyordu: “Basketbolculara 2 milyon lira prim, Hrant’ın canının bedeli 133 bin avro… Adaletin bu mu dünya?”

Ben artık kaniyim, sabah-akşam Adam Smith, Ricardo da okusam düzenin değer kuramını anlamlandıramayacağım. Mesele para-pul, değer biçme, alışveriş gibi şeyler olunca topraklarını satın almak isteyen ABD başkanına “Merak ediyoruz, gökyüzünün ya da toprağın sıcaklığını nasıl satın alabilirsiniz? Bunu anlamak bizim için çok güç” diyen Kızılderili Şef Seattle gibi oluyorum.

O yüzden hep 28 milyon TL’ye 280 tane basketbol sahası yapılırdı diyen “fosillerden” olacağım galiba. Ya da dün 56. yaşını kutladığımız canımız ciğerimiz Hrant Dink’e biçilen 133 bin avroluk can tazminatını, sultan(devlet) tarafından savaşta başarılı olmuş yeniçerilere (basketbolcular) dağıtılan ulufeyle (28 milyon TL) karşılaştıracağım…

Thursday, April 30, 2009

Bir sendika vardı ne oldu?

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

“Futbolcu işçidir, kendisine söyleneni yapar, kafasına estiğini değil”, “Futbolcu işçidir, fazla büyütmeyin yollayın gitsin”, “Futbolcu işçidir ama şamar oğlanı da değildir”, “Futbolcu işçidir, işine küsme hakkı yoktur.” Spor basınını yakından takip eden herkes bu söylemlere aşinadır. Spor yazarlarımızdan yahut bizzat sporcularımızın ağızlarından çıkmış demeçler bunlar. Google’a, “Futbolcu işçidir” diye yazın yüzlercesini karşınızda görebilirsiniz. Sporcunun, zanaatkârlıktan, mahalle kahramanlığına oradan da milyonerliğe uzanan serüveninin ülkemizde geldiği nokta işte budur: “Modern çağ köleliği.”

Eduardo Galeano’nun deyimiyle günümüzde arkeolojik bir olguymuş gibi gösterilmeye çalışılan işçi haklarının ülkemizde belki de en savunmasız olduğu alan spor sahaları. Spor sendikası kurulması yönünde hukuki hiçbir engel olmamasına rağmen bu konuda 1980’den beri atılmış hiçbir somut adım da yok. 3-4 senede bir yanan saman alevi gibi girişimler nedense hep sonuçsuz kalıyor. İleri kapitalist ülkelerde neredeyse sendikasız spor dalı yokken bizim bu bilinçten bu denli yoksun olmamızın baş sorumlusu sosyal olduğunu iddia eden devletimiz.

Türkiye’deki ilk futbol sendikasının 60'ların görece özgürlükçü ortamında kurulması bir tesadüf olmadığı gibi 12 Eylül sonrası bu konuda hiçbir somut adım atılmamış olması da şaşırtıcı değil. Akıl düzenleyicilerin tüm yıkıcı etkilerine rağmen başından benzer hadiseler (darbe vs) geçen Güney Amerika ülkelerinin sendikacılık konusunda bizden fersah fersah ileride olmaları hatayı biraz da kendimizde arama zorunluluğunu doğuruyor. Bu noktada oklar elbette medya ve sporcularımızın ta kendisine çevrilmeli.

Bugün spor medyamızın birinci gündemi, 2009 Türkiye’sinde spor sendikası lafının s’sinin bile gündeme gelmeyişi olmalıdır. 2 milyona yakın lisanslı sporcusu olan bir ülke için yüz kızartıcı bir durum. Holding medyalarının bu konudaki suskunluğu bir dereceye kadar anlaşılabilir; peki ya sporcularımızın ketumluğunu neye bağlamalıyız? Bir avuç azınlık olan “süperstarları” hesaba katmazsak, binlerce sporcumuz karın tokluğuna çalışır ve tüm hakları vahşi piyasa koşulları tarafından belirlenirken, bu sessizliğin sebebini anlamak güç. Maalesef ulusal bir karakter haline gelen sosyal bilinçsizlik ve lider bağımlılığımız bu konuda da egemen anlaşılan. Metin Kurt gibi karizmatik bir figür çıkmadıkça kimsenin hakkını arama, kollama gibi en basit dürtüleri dahi depreşmiyor. Bu isteksizliğin, bilinçsizliğin nedenleri aslında başta sıraladığım cümlelerde gizli. Sporcularımız, işçi olduklarını kabul ettikleri halde işçi olmanın beraberinde getirdiği haklardan bihaberler. Daha da kötüsü işçi olmayı kul olmakla karıştırıyorlar. Sosyal bilinç, ülkemizde unutulmuş bir türküden farksız.

1 Mayıs arifesinde, suni tartışmaların hâkim olduğu spor sayfalarımızda 100 yıllık savaşımlar sonucu elde edilmiş olan sporcu sendikası ve sporcu hakları gibi “arkeolojik!” konuların gündeme gelmesi dileğiyle: Bayramımız kutlu olsun!..