BU YAZI İLK OLARAK 20.12.2009 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.
Sporcunun mitinin makbul olduğu zamanlarda yaşıyoruz. Spor izleyiciliği aslında biraz da öyledir; asla beceremeyeceğimiz fiziksel aktiviteleri icra eden üstün fizikli, üstün yetenekli insanların şovlarını temaşa ederiz hayranlıkla. Buradaki kilit kelime “üstündür”. Zira izlediğimiz sporcuların bizden üstün olmadığının anlaşıldığı an yayıncının ve reklamcının kabusunun başladığı andır. Ne olursa olsun izletilen figürün “efsanevi” statüleri korunmalıdır. Kimse kendinden üstün olmayan bir tanrıya secde etmez.
İşte Tiger Woods, dünyanın %90’ının umurunda olmayan bir sporu icra ederek tarihin ilk dolar milyarderi sporcusu ünvanına erişti. Hayatı envai çeşit spor olayını takip etmekle geçen biri olarak bir kere oturup Woods’u sopa sallarken izlemek aklımdan geçmemiştir. Fakat Tiger Woods’un sponsorluk anlaşmaları ve bundan kazandığı paraları bilirim. Küresel şöhretinin büyük bir kısmını bu “Rockefeller” havasına borçludur zira. Sade bir golfçü ne kadar sıkıcı bir figürse; başarılı, zengin, her koşulda yapılması gerekeni bir makine kıvamında gerçekleştiren, kusursuz bir aile babası ve iş adamı figürü de o denli sıkıcı ama kilit kelimeye geri dönersek “üstündür”.
Efsaneler, güçlerini bilinmezliklerinden ve dünya dışılıklarından alırlar. Zayıflıkları ise mutlak sahteliklerinden ileri gelir. Totaliterdir efsaneler. Bireylerin zihinlerine yuvalanışı olağan bir sürecin değil telkinlerin, baskıların sonucudur. Tiger Woods’un seneler içerisinde bir nakış gibi ince ince işlenen imajından yaratılan “kusursuz adam” efsanesinin yıkılışı da bu efsane inşa sürecine sporcunun insani özelliklerinin karışması neticesinde olmuştur. Karısını aldattı Woods ve bir anda tüm o muhallebiden duvarlarla örülü üstün dünyalı halleri ve algılanışı değiştirildi. Başka bir deyişle Woods, artık üstün insan değildi ve her alelade varlık gibi bunun sonuçlarına katlanmalıydı. Şu sıralar sponsorluk anlaşmalarını bir bir kaybeden ve medyanın gözünde tu kaka edilen golfçünün yaşadıkları aslında kendini dolar milyarderi yapan zihniyetin ikiyüzlülüğünden başka bir şey değildir.
İnsani bir Woods kimsenin işine gelmez. Beşer şaşar, Woods değil! Burjuvazinin kusursuz rol modeli olma payesini karısını aldatan, sarhoş halde araba kullanan herkes gibi bir insana bırakmazlar. Her şeyden önemlisi hakkında bu kadar çok gerçeğin afişe edildiği bir sporcu, 1 numaralı efsaneleşme kriteri olan bilinmezliği ihlal etmiş demektir. Amerikan basınında her gün “Tiger Woods karısını başka kimlerle aldattı?” haberleri manşetlere taşınırken bu negatif popülarite Woods’a sadece daha fazla ün ama daha az sponsorluk anlaşması, medya desteği ve para olarak geri dönecektir. Kazandığı paralar, peşine taktığı şirketler ve medya gücü olmadan da Woods en az icra ettiği spor kadar sıkıcı bir insandır.
Saha içinde atılan her çalımın, her basketin, koşunun, ace’in mali bir karşılığı var piyasada. Fakat yetenekli bir sporcuyla medyanın gözbebeği bir süperstarın arasındaki fark asla sportif beceriyle sınırlı değildir. Meslektaşlarına ve izleyicilerine karşı olan hayranlık verici üstünlük faktörü saha dışı mitlerle de desteklenmelidir. Woods, sistemin 1 numaralı sporcusuydu çünkü günümüzün en yüce marifeti olan “para kazanma” işinde çok mahirdi. Beşeri bir hata yaptı, karısını aldattı ve bilinemezliğini yitirdi. Artık Tiger Woods’u Tiger Woods yapan mitolojik özelliklerden yoksun. Sponsorluk anlaşmaları iptal oluyor, golfü bıraktığı açıkladı, karısı tarafından terk edildi.
Woods’u bu denli efsaneleştiren ve yücelten özellikler saha dışındaki imajıyla alakalıydı. Bu açıdan bakıldığında onun ani bir medya darbesiyle devrilişinin de tamamen saha dışı faktörlere bağlı olması şaşırtıcı değil. Spor dünyası sahte bir efsaneden daha kurtulmuştur. Kutlu olsun! Bakalım Woods’un yerine kimi geçirecekler…
Showing posts with label tiger woods. Show all posts
Showing posts with label tiger woods. Show all posts
Friday, December 25, 2009
Sunday, December 6, 2009
Daha muhalif, daha yürekli...
BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.
9 Ekim’de Barack Obama’ya bahşedilen Nobel Barış Ödülü şu anlamı taşıyordu: “Ülkelerimizi işgal etmediğin için sana minnettarız Obama.” Devamında da şöyle bir temenni gizliydi: “Artık bu ödülü size verdiğimize göre gelecekte bizi işgal etmeye kalkmazsınız değil mi?” Zavallı Nobel jürisinin farkında olmadığı nokta şuydu ki, ABD gibi emperyal kibri okyanuslara sığmayan bir devlet, konu ‘ulusal çıkarlar’ olunca ne başkanının naif kişiliğini dinler ne de ona verilen ödülleri.
Obama, Afganistan işgalinin devam edeceğini açıkladığı günden bu yana kaybetmeye mahkum olduğu bir savaşın altına imzasını atmıştır. Artık bu savaş Bush’un değil Obama’nın savaşıdır ve Immanuel Wallerstein’ın “Yazı da gelse, tura da gelse kaybedersin” başlıklı yazısında söylediği gibi işgalin sonucundan bağımsız olarak Obama’nın kaybedeceği bir yola girilmiştir. Savaşın devamı yönünde karar vermek konusunda Obama’nın fazla tasarrufu olmadığı kanısındayım. Fakat yine de artık ABD’nin emperyal kibrine yöneltilecek olan eleştirilerin tek muhatabı Barack Obama’dır.
Dave Zirin sosyalist bir spor yazarı. Geçtiğimiz haftaki yazısında Obama’nın Bush’u aratmayan “savaşa devam” konuşmasını eleştirmiş ve şöyle devam etmişti: “Barack Obama, 19 Kasım’da Muhammed Ali’yi bir barış elçisi olarak gördüğünü ve bu yüzden ona hayranlık duyduğunu açıklamıştı. Oysa şimdi kendisi bir savaş elçisi. Eğer hayranı olduğunu iddia ettiği Muhammed Ali’yi bu kadar yakından tanısaydı onun Vietnam Savaşı’na katılmayı reddettiği tarihi konuşmasını hatırlar ve ortak olduğu savaş çığırtkanlığından utanırdı.”
Zirin’in yazısında yaptığı gibi Muhammed Ali’nin o meşhur konuşmasını burada paylaşmayı bir borç biliyorum. Gelin dünya tarihinin belki de en karizmatik ve muhalif spor figürlerinden biri olan Boksör Muhammed Ali’nin 1967 yılında yaptığı yürekli konuşmasını hatırlayalım ve günümüz spor dünyasının eksikliğini çektiği ruhun farkına varalım:
GOLF SAHALARININ FETHİ
Muhammed Ali’den zıttı Tiger Woods’a ve kendisini dolar milyarderi yapan spora yani golfe geçelim. Ali’nin savunduğu değerlerin belki de tam karşıtlarını yansıtan Woods, geçtiğimiz günlerde “kusursuz imajına” halel getirecek bir olaya karıştı. Karısıyla kavga etmiş cilalı imaj devrinin prensi. Alkol alıp kendini yollara vurmuş. Bünye alışık değil tabii kaçamaklara, bir trafik kazasıyla yakayı hemen ele vermiş. Meğer karısıyla kavga etme sebebi de gizli bir ilişkisinin ortaya çıkmasıymış. Falan filan feşmekan. Tiger Woods kadar az merak ettiğim bir adam olamaz ama senede 92 milyon dolar kazanan bu sporcu/iş adamının adını her andığımda da Balzac’ı hatırlamadan edemem: “Her büyük servetin arkasında büyük bir suç gizlidir.”
Golf hakkındaki görüşlerim ise kesin ve nettir. Dünya üzerinden bir aktivitenin silinmesi zorunluluğu ortaya çıksa öncelik golfe verilmelidir. Bizim Golf Federasyonu Başkanı Ahmet Ağaoğlu’nun çok güldüğüm bir sözü vardır: “Golf, aristokratların sporu değildir ama sporların aristokratıdır.” Aristokrat kelimesini Brecht’in diliyle kullanırsak bu cümlede benim için hiçbir sorun yok. Hatta şöyle de okuyabiliriz kendisini:”Golf gereksiz bir spordur.”
Spor dedim ama zengin adamın boş zaman eğlencesi demek daha doğru olur. 1920’lerin en başarılı golf oyuncusu Bobby Jones aleni bir ırkçıydı. O dönem golf, siyahlara ve kadınlara kapalı ırkçı ve cinsiyetçi amatör bir spordu. Dönemin koşulları göz önünde bulundurulduğunda çok da şaşırtıcı değil bu. Diğer sporlar için de aynı şeyler söylenebilir. Golfü benzerlerinden farklı kılan şeyse sporu ırkçı, elitist, sınıfsal ayrımcı olarak nitelemenin halen mümkün olması. “Ama Tiger Woods siyahidir” çıkışlarınızı duyar gibiyim. Woods’un tıpkı Michael Jordan gibi siyahi kesimin tarihi direnişini ve hassasiyetlerini yansıtmayan ve umursamayan tavrını bir kenara bırakacak ve olaya saf etnik kökenden bakacak olursak bu soruya en iyi cevabı milyarder golfçünün kendisi verir: “Ben Afrika kökenli bir Amerikalı değil Kablinezyalıyım(siyah, beyaz, Hint ve Tay karışımı)” Fakat dediğim gibi burada mesele kesinlikle Tiger Woods’un ten rengi değil, yansıttığı değerlerle alakalıdır. Woods, melez bir adam olarak George Bush’tan daha beyaz bir görüntü çiziyorsa daha fazla konuşmanın bir alemi yoktur. Hele ki kendisini dünyanın en zengin sporcusu yapan sponsorluk anlaşmalarının hepsini ‘görüntüsüne’ yani apolitik, renksiz, iyilik elçisi imajına borçluyken.
Golfü, elitist, ırkçı ve ayrımcı oluşu dışında sevimsiz kılan bir diğer özelliği de haddinden fazla yaşam alanını işgal ediyor olması. Neoliberal kent politikalarının selameti uğruna işçi sınıfının ve yoksulların sahip olduğu en mütevazı yaşam alanlarına dahi tecavüz eden kapitalist güçlerin 3-5 elitin boş zaman keyfi için bu kadar değerli ve geniş arazileri peşkeş çekebiliyor olması katlanılamaz bir durum. Hadi futbolu, basketbolu halk sporudur diyerek nispeten hoş görüyoruz ama kodamanlar eğlenecek ve para kazanacak diye daha fazla kent alanını kaybetmeye lüksümüz var mı?
Yazımı, ABD’li muhalif komedyen George Carlin’in -toprağı bol olsun- golf üzerine yaptığı muhteşem gösterisindeki sözleriyle bitireceğim:
Hayatımda bundan doğru çok az şey duydum. Neye ihtiyacımız olduğu ortada: Daha çok Muhammed Ali, daha çok George Carlin. Daha yürekli, daha muhalif, daha demokrat, daha eşitlikçi bir spor çevresi.
9 Ekim’de Barack Obama’ya bahşedilen Nobel Barış Ödülü şu anlamı taşıyordu: “Ülkelerimizi işgal etmediğin için sana minnettarız Obama.” Devamında da şöyle bir temenni gizliydi: “Artık bu ödülü size verdiğimize göre gelecekte bizi işgal etmeye kalkmazsınız değil mi?” Zavallı Nobel jürisinin farkında olmadığı nokta şuydu ki, ABD gibi emperyal kibri okyanuslara sığmayan bir devlet, konu ‘ulusal çıkarlar’ olunca ne başkanının naif kişiliğini dinler ne de ona verilen ödülleri.
Obama, Afganistan işgalinin devam edeceğini açıkladığı günden bu yana kaybetmeye mahkum olduğu bir savaşın altına imzasını atmıştır. Artık bu savaş Bush’un değil Obama’nın savaşıdır ve Immanuel Wallerstein’ın “Yazı da gelse, tura da gelse kaybedersin” başlıklı yazısında söylediği gibi işgalin sonucundan bağımsız olarak Obama’nın kaybedeceği bir yola girilmiştir. Savaşın devamı yönünde karar vermek konusunda Obama’nın fazla tasarrufu olmadığı kanısındayım. Fakat yine de artık ABD’nin emperyal kibrine yöneltilecek olan eleştirilerin tek muhatabı Barack Obama’dır.
Dave Zirin sosyalist bir spor yazarı. Geçtiğimiz haftaki yazısında Obama’nın Bush’u aratmayan “savaşa devam” konuşmasını eleştirmiş ve şöyle devam etmişti: “Barack Obama, 19 Kasım’da Muhammed Ali’yi bir barış elçisi olarak gördüğünü ve bu yüzden ona hayranlık duyduğunu açıklamıştı. Oysa şimdi kendisi bir savaş elçisi. Eğer hayranı olduğunu iddia ettiği Muhammed Ali’yi bu kadar yakından tanısaydı onun Vietnam Savaşı’na katılmayı reddettiği tarihi konuşmasını hatırlar ve ortak olduğu savaş çığırtkanlığından utanırdı.”
Zirin’in yazısında yaptığı gibi Muhammed Ali’nin o meşhur konuşmasını burada paylaşmayı bir borç biliyorum. Gelin dünya tarihinin belki de en karizmatik ve muhalif spor figürlerinden biri olan Boksör Muhammed Ali’nin 1967 yılında yaptığı yürekli konuşmasını hatırlayalım ve günümüz spor dünyasının eksikliğini çektiği ruhun farkına varalım:
“Louisville’de zenci diyerek hakaret edilen kardeşlerim köpekler gibi muamele görür ve en basit insan haklarından yoksun bırakılırken buradan 10 bin mil uzaktaki Vietnam’a gidip tanımadığım insanların kafasına bomba ve mermi yağdırmamı istiyorlar. Hayır! Beyaz, köle efendilerinin evrensel hakimiyeti ve karanlık imparatorluğu güçlensin diye evimden 10 bin mil öteye gidip cinayete ve bir başka fakir ülkenin yıkımına ortak olmayacağım. Bugün dünya üzerindeki kötülüklerin ve zulmün sona ermesi gereken gündür. Böyle bir çıkışın bana milyonlarca dolara patlayabileceğini söylediler ama umurumda değil! Bunu daha önce de söyledim ve bir kere daha söyleyeceğim. Benim gerçek düşmanlarım bu ülkededir. Fakir bir ülkenin özgürlük ve eşitlik mücadelesini hedef alan bir işgale katılarak kendimi, halkımı ve dinimi utandıramam. Eğer savaşın, 22 milyon kardeşime barış ve eşitlik getireceğine inansam beni kimsenin askere almasına gerek kalmazdı. Yarın ilk iş kendim giderdim. Kendi inançlarıma ve doğrularıma sahip çıkarak kaybedeceğim hiçbir şey yok. Hapse girebileceğim söyleniyor. Kimin umurunda, zaten 400 yıldır hapisteyiz.”
GOLF SAHALARININ FETHİ
Muhammed Ali’den zıttı Tiger Woods’a ve kendisini dolar milyarderi yapan spora yani golfe geçelim. Ali’nin savunduğu değerlerin belki de tam karşıtlarını yansıtan Woods, geçtiğimiz günlerde “kusursuz imajına” halel getirecek bir olaya karıştı. Karısıyla kavga etmiş cilalı imaj devrinin prensi. Alkol alıp kendini yollara vurmuş. Bünye alışık değil tabii kaçamaklara, bir trafik kazasıyla yakayı hemen ele vermiş. Meğer karısıyla kavga etme sebebi de gizli bir ilişkisinin ortaya çıkmasıymış. Falan filan feşmekan. Tiger Woods kadar az merak ettiğim bir adam olamaz ama senede 92 milyon dolar kazanan bu sporcu/iş adamının adını her andığımda da Balzac’ı hatırlamadan edemem: “Her büyük servetin arkasında büyük bir suç gizlidir.”
Golf hakkındaki görüşlerim ise kesin ve nettir. Dünya üzerinden bir aktivitenin silinmesi zorunluluğu ortaya çıksa öncelik golfe verilmelidir. Bizim Golf Federasyonu Başkanı Ahmet Ağaoğlu’nun çok güldüğüm bir sözü vardır: “Golf, aristokratların sporu değildir ama sporların aristokratıdır.” Aristokrat kelimesini Brecht’in diliyle kullanırsak bu cümlede benim için hiçbir sorun yok. Hatta şöyle de okuyabiliriz kendisini:”Golf gereksiz bir spordur.”
Spor dedim ama zengin adamın boş zaman eğlencesi demek daha doğru olur. 1920’lerin en başarılı golf oyuncusu Bobby Jones aleni bir ırkçıydı. O dönem golf, siyahlara ve kadınlara kapalı ırkçı ve cinsiyetçi amatör bir spordu. Dönemin koşulları göz önünde bulundurulduğunda çok da şaşırtıcı değil bu. Diğer sporlar için de aynı şeyler söylenebilir. Golfü benzerlerinden farklı kılan şeyse sporu ırkçı, elitist, sınıfsal ayrımcı olarak nitelemenin halen mümkün olması. “Ama Tiger Woods siyahidir” çıkışlarınızı duyar gibiyim. Woods’un tıpkı Michael Jordan gibi siyahi kesimin tarihi direnişini ve hassasiyetlerini yansıtmayan ve umursamayan tavrını bir kenara bırakacak ve olaya saf etnik kökenden bakacak olursak bu soruya en iyi cevabı milyarder golfçünün kendisi verir: “Ben Afrika kökenli bir Amerikalı değil Kablinezyalıyım(siyah, beyaz, Hint ve Tay karışımı)” Fakat dediğim gibi burada mesele kesinlikle Tiger Woods’un ten rengi değil, yansıttığı değerlerle alakalıdır. Woods, melez bir adam olarak George Bush’tan daha beyaz bir görüntü çiziyorsa daha fazla konuşmanın bir alemi yoktur. Hele ki kendisini dünyanın en zengin sporcusu yapan sponsorluk anlaşmalarının hepsini ‘görüntüsüne’ yani apolitik, renksiz, iyilik elçisi imajına borçluyken.
Golfü, elitist, ırkçı ve ayrımcı oluşu dışında sevimsiz kılan bir diğer özelliği de haddinden fazla yaşam alanını işgal ediyor olması. Neoliberal kent politikalarının selameti uğruna işçi sınıfının ve yoksulların sahip olduğu en mütevazı yaşam alanlarına dahi tecavüz eden kapitalist güçlerin 3-5 elitin boş zaman keyfi için bu kadar değerli ve geniş arazileri peşkeş çekebiliyor olması katlanılamaz bir durum. Hadi futbolu, basketbolu halk sporudur diyerek nispeten hoş görüyoruz ama kodamanlar eğlenecek ve para kazanacak diye daha fazla kent alanını kaybetmeye lüksümüz var mı?
Yazımı, ABD’li muhalif komedyen George Carlin’in -toprağı bol olsun- golf üzerine yaptığı muhteşem gösterisindeki sözleriyle bitireceğim:
“Bu ülkedeki yoksulların konut problemini halledecek çözüm elimde: Golf sahaları. Hali hazırda çok güzel mahallelerde, kaliteli araziler beyaz, zengin iş adamlarının öğle tatillerini değerlendirdikleri ve ülkeyi kendi çıkarlarına göre nasıl daha iyi hale getirebileceklerini tartıştıkları manasız ve gereksiz golf sahaları olarak harcanmaktadır. Artık bu toprakları bu şımarık azınlıktan kurtarmanın ve onları asıl sahipleri olan evsizlere dağıtmanın vakti gelmiştir. Golf, elitist, ırkçı, küstah ve sıkıcı bir spordur ve bu ülke üzerinde haddinden fazla yer kaplamaktadır. “
Hayatımda bundan doğru çok az şey duydum. Neye ihtiyacımız olduğu ortada: Daha çok Muhammed Ali, daha çok George Carlin. Daha yürekli, daha muhalif, daha demokrat, daha eşitlikçi bir spor çevresi.
Etiketler:
barack obama,
dave zirin,
george carlin,
golf,
michael jordan,
muhammed ali,
tiger woods
Friday, July 25, 2008
Spor ve Köşebaşı Kahramanları

Hiç kuşku yok ki spor insanoğlunun en büyük tutkularından biri. İlk kültürlerin ortaya çıktığı çağlardan endüstriyel döneme; kentleşmenin varolduğu her yerde spor da en gözde aktivitelerden biri olarak sosyal hayattaki yerini almıştır. Umberto Eco’ya göre sporlar, beşeriyetin ortak duyarlılıklarının tam ortasında konumlanmıştır.(Eco 1987:160) Daniel Joseph Boorstin’e göre ise sporların bir tutku haline dönüşmesinin altında insanoğlunun yüzde yüz gerçek, spontane ve tekrarı olamayacak kusursuz anlara olan amansız açlığı yatıyor. (Boorstin 1963:255) Spor tutkusunun kökeninin ne zamana ve hangi sebebe dayandığı bir yana endüstriyelleşmeyle birlikte yaşanan marjinal toplumsal değişimlerle birlikte sporun kalabalık, gergin ve her an çatışmaya müsait kent hayatındaki önemi hiç olmadığı kadar yüksek bir noktaya erişti. İşte tam da bu dönemde yani bizim çağımızda sporcuların kahraman, şöhret ve rol model olarak pompalandıkları devire adım atıldı.
Tabii ki bu hiç yoktan ortaya çıkan bir durum değildi. Sporların yaygınlaşması ve halk tarafından benimsenmesi beraberinde medya organlarının da spor gazeteciliği konusunda uyanmasını sağladı. Kıt’a Avrupası’nın ilk spor gazetesi olan La Gazzetta Dello Sport’un yayın hayatına 1896’da yani tarihin ilk modern olimpiyatları olan Atina 1896 ile aynı dönemde başlaması elbette ki bir tesadüf değil. Spor gazeteciliği kavramının oluşmasıyla birlikte spor ve sporcular kendilerini halka tanıtacak önemli ‘anlatıcılar’ kazanmış oldular. Radyo teknolojisinin de işin içine girmesiyle birlikte spor dünyası medya aracılığıyla ilk kahramanlarını yaratmaya başladı.
1920’ler dünyada sporun altın çağı olarak anılır. Şüphesiz bunun çeşitli sebepleri var: 1.Dünya Savaşı sonrası beliren şartların halkı hayal kırıklıkları ve mutsuzluklardan kaçış yolu olarak spora yönlendirmesinin yanı sıra gelişen medya gücünün etkileri ve tabii ki sinema, caz ve sporun önderliğinde hakimiyetini ilan eden popüler kültürün topluma egemen olması gibi. Beyzbolda Babe Ruth, boksta Jack Dempsey, teniste Suzanne Lenglen ve golfte Bobby Jones gibi isimlerin spor tarihinin ilk kahramanları olarak ortaya çıktığı bu dönemde yaşanan kahraman enflasyonuyla birlikte çağa damgasını vuracak olan”Şöhret”(celebrity) kavramı ve Star Sistemi(Hollywood kaynaklı) de literatürdeki yerini alacaktı.
Kahraman olarak toplumun önüne sürülen ünlü isimler aynı zamanda halklarının fikir liderleri ya da tarz belirleyicileri haline dönüşüyorlardı. Benjamin Rader’e göre şöhretler; dönemlerinin siyasi ve ahlaki yapısını da yansıtmak zorundaydı. (Rader 1983: 11) Amatör bir sporcu olarak sergilediği “yenilmez” imajıyla golfle ilgilenmeyen insanların bile hayranlığını kazanan Bobby Jones bir ırkçıydı ve ABD’de siyah ırka olan baskının had safhada olduğu 20’lerde bu kimse için bir problem teşkil etmiyordu. Günümüz golf dünyasının en büyük isminin siyahi Tiger Woods olduğunu düşünürsek ironinin doruğu denen şeyin bu olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Eğer Bobby Jones günümüz dünyasında yaşıyor olsa ve Tiger Woods’tan bile daha başarılı bir kariyere sahip olsa aynı ırkçı görüşleri sergileyerek kahraman statüsüne yükselebilir miydi? Ben cevap vereyim bırakın kahraman olmak vatan haini bile ilan edilirdi. Zaten kahramanın olduğu her yerde bir hainin de olması gerekliliği medyayı mütemadiyen günah keçisi yaratmaya iten en önemli sebep.
Spor, sinema ve müzik dünyasından toplumun tepesine yükseltilen ve rol model olarak politikacı, düşünür gibi insanların yerini alan şöhretlerin sayısının gittikçe artması beraberinde bir yapaylık ve inandırıcılık sorununu da getiriyordu. 20.yüzyılın kahramanları gerçek birer kahraman olmaktan çok yapay üretimlerdi. Fakat medya ne kadar uğraşırsa uğraşsın alelade bir insanı gerçek bir kahramana dönüştüremez. Anna Kournikova bu duruma çok uygun bir örnek. Tenis tarihinin en çok ün ve para kazanmış isimlerinden biri olan Rus şöhret, buna rağmen gerçek mesleği olan teniste hatırı sayılır bir başarı kazanamadığı için "şöhret" olarak anılmaktan öteye gidememiştir. Zaten ünlü enflasyonunun akıl almaz boyutlara eriştiği günümüzde toplumla arasında fark yaratacak hiçbir özellik olmamasına rağmen medya tarafından şöhretleştirilen isimlerin(ör:Paris Hilton) sayesinde star sisteminin de kendi yarattığı bolluk içerisinde değersizleşmeye başladığını görebiliyoruz.
Ne yazık ki bunca sahte starın arasında hakiki kahramanların da meşruiyeti tehdit altına giriyor. Belki de bu sebepten gerçek bir süper yetenek gördüğümüzde ona olan hayranlığımız tapınma seviyesine ulaşıyor. Michael Jordan’ın, Boston Garden’da şampiyon Celtics takımına 63 sayı attığı maç sonrası Larry Bird ve medya tarafından “Tanrı” olarak tanımlanması yahut Bob Beamon’un 1968 olimpiyatlarında yaptığı inanılmaz atlayış ve akabinde süper-insan statüsüne yükseltilmesi... Açık söyleyeyim, ilkokul ikinci sınıfa giderken Michael Jordan’ın gerçekten uçup uçamadığını ciddi ciddi düşündüğüm zamanlar olduğunu hatırlıyorum. Aslında düşünüyorum da İsa’nın suyun üzerinde yürüdüğüne inanan milyarlarca yetişkinin olduğu bir dünyada çok da absürd değilmiş çocuk aklımla kurduklarım. “Air Jordan” marka ayakkabı ve reklamların bombardımanı altında Michael Jordan’ın İsa’dan daha az popüler olduğunu kim iddia edebilir ki? Michael Jordan’ın -ki bunca figüran kahramanın yanında kendisi sayılı gerçek kahramanlardan biridir- dediği gibi Nike ve televizyonlar onu bir “hayale” dönüştürdü. Air Jordan hayali, insani yönüyle ne kadar ulaşılmaz ve ancak taklit edilebilir(be like mike) olursa olsun bir meta olarak her an elimizin altındaydı. Parasını veren herkes Jordan değil belki ama “Jordan gibi” olabilirdi. Ve bu durum bizim onu aslında onore etmek isterken tersine dejenere etmemize sebebiyet verdi. Çünkü Jordan’ı ve ürünlerini her tüketişimiz Michael Jordan’ın sporcu olarak değil ama meta olarak değerini arttırması anlamına geliyordu. Frankfurt Ekolü’nün değerli temsilcilerinden Leo Lowenthal’in yerinde tespitinde olduğu gibi geçmişte insan ancak bir şeyler üreterek kahraman olabiliyordu günümüzde ise ne kadar tüketilirse o kadar kahraman olabilir. (Lowenthal, 1961:115)
Bunca sahte kahramanın, işlevsiz şöhretin, yapaylığın ve dejenerasyonun arasında sporun ve gerçek sporseverlerin gördüğü zarar inkar edilemez. Nasıl açıklamıştı Boorstin spor sevgimizin sebebini? “Yüzde yüz gerçek, spontane ve tekrar edilemeyecek olan anlara duyduğumuz amansız açlık!” Bizse(medya ve fan’lar) yapaylaştırdığımız yıldızlarla birlikte aslında sporun otantikliğine yani onu sevme sebebimize zarar veriyoruz. Yine Boorstin’le bitireceğim: “Günümüzde tek gerçek kahraman adı hiç anılmayandır”. (Boorstin: 1963:85) Neyse ki bu tanım sayesinde köşebaşları tutulmuş kahramanlık müessesinde Jesse Owens’a da bir yer açabiliyoruz.
Kaynaklar:
Eco, U (1987) Sports Chatter, London, Picador
Boorstin, D.J (1963) The Image, or what happened to the American Dream, Harmondsworth, Penguin Books
Lowenthal, L. (1961) Literature, Popular Culture and Society, Englewood Cliffs, NJ, Prentice Hall
Rader, B.G (1983) Compensatory Sport Heroes: Ruth, Grange, Dempsey, Journal of Popular Culture, Vol. 16 No:4 pp. 11-22
Subscribe to:
Posts (Atom)