Monday, August 2, 2010

Dünya kupası, spor endüstrisi ve neo-liberalizm

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL KÜLTÜR DERGİSİ'NİN TEMMUZ 2010 SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR.


Ghiggia’nın Maracana’yı yasa boğan golünü, 1950’lerin ‘Altın Takımı’ Macaristan’ı, 1966 Kuzey Kore mucizesini, Cruijff’un Hollanda’sını, Tanrı’nın Eli’ni, Roberto Baggio’nun kaçırdığı penaltıyı, İlhan Mansız’ın Roberto Carlos’a attığı çalımı dün gibi hatırlıyoruz. Futbola ve özellikle de dünya kupalarına dair ne izlediysek, duyduysak, okuduysak en ince ayrıntısına kadar zihnimizde. Kuzey Kore’nin başkenti Pyongyang’ın Amerikan bombalarıyla yerle bir edilişini, 1976’daki darbeden sonra 78’de Arjantin’i dünya şampiyonu yapan askeri cuntanın stadyumları cesetlerle doldurmasını, Diyarbakır Cezaevi’ni, Güney Afrika’daki apartheid rejimini unuttuk belki ama futbola dair enstantaneler en ince ayrıntısına kadar hafızamızda…

İnatla, müthiş bir iradeyle hatırlıyoruz!

Futbol hafızasının, çağın ruhuna meydan okuyan bir hali var. Marksist edebiyat kuramcısı Terry Eagleton’ın dediği gibi bu durum postmodern çağın amnezik toplumları için renkli bir tezada tekabül ediyor. Kuşkusuz bu tezat futbola has koşulların bir sonucudur. Spor endüstrisi ve şekillendirdikleri, anlık fenomenler yaratma ve geleceğe kalıcı imajlar bırakma konusunda bir hayli mahirler. Bunu tanımlarken bilhassa ‘endüstri’ kelimesini kullanıyorum zira spor endüstrisinden geleceğe miras kalanlar saha içerisinde olup bitenlerden çok daha fazlasıdır.

Hoş, ulu sloganı “spora siyaset sokmayın” olan FIFA, IAAF ve ekonomik gücün motoru global şirketler, endüstrinin yan etkilerini saklamak için tüm medyatik güçlerini kullanıyorlar ama zulmü en azından yaşayana unutturmak mümkün değildir. Spor endüstrisi mazlumlarının sayısı son 30 yılda öyle bir boyuta erişti ki sorunun parametreleri de iyice belirginleşti. Artık mesele yan kategorilerle açıklanmaya gerek duyulmayacak biçimde aşikâr: Neo-liberal zulüm!

Neo-liberal zulmün ayak sesleri

Kapitalizmin kronik aşırı birikim sorunundan doğan krizlerin yaşandığı 1970’lerden sonra Anglo-Amerikan dünya, Margaret Thatcher ve Ronald Reagan önderliğinde kökleri 1930’lara kadar giden bir ekonomi politik doktrini olan neo-liberalizmi kendilerine kurtarıcı olarak seçtiler. Kesintisiz sermaye birikimini sağlama konusunda sıkıntılar yaratan refah devleti anlayışından arz yanlı iktisadı destekleyici politikalara keskin bir geçiş yapıldı. IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kurumların da desteğiyle neo-liberal doktrin ülkemiz dahil kapitalist dünyanın her köşesine nüfuz ettirildi.

Neo-liberal doktrin teknolojik gelişmelerle birlikte küreselleşme rüzgarını da arkasına alarak devlet varlıklarını ve ortak mülkiyete ait değerleri özelleştirmeler ve piyasa liberalizasyonu aracılığıyla piyasaya dahil etti. Köyden kente göç hızlandırıldı, büyük şehirlerde endüstrisizleştirme hamlesi başladı ve büyük sanayi emeğin ucuz olduğu çevre bölgelere kaydırıldı. Böylece hem sistemi krize sürükleyecek aşırı sermaye birikimini emecek yeni bölgeler oluşturuldu hem de global kentler küreselleşmeyle birlikte başatlaşan finans kapitalizminin merkezleri haline getirildi.

Neo-liberalizm ve küreselleşmeyle birlikte ulus-devletlerin ve ulusal ekonomilerin tarih sahnesinden çekilme sürecine girdiği artık herkesçe kabul edilen bir gerçek. Bu merhale global şehirlerin bölgesel merkezler olarak yükselişe geçtiği bir dönem aynı zamanda. Büyük kentler ekonomik ve siyasi gücü ellerinde toplamaya başladıkça sermayenin kesintisiz birikimini sağlamak adına erişebildikleri tüm coğrafi alanlara ve kurumlara el koymaya başladılar. Bu “gasplar” kapitalizmin ‘yaratıcı yıkım’ prensibine uygun bir şekilde gerçekleşti ve sermaye palazlandıkça omzuna bastığı, varlıklarına el koyduğu kesimler güçsüzleşmeye başladılar.

Peki spor endüstrisini bu gasplarla ilişkilendiren nedir? Daha doğrusu spor endüstrisinin bu el koymalarda oynadığı rol tam olarak nasıl açıklanabilir?

Bir kentsel baskılama aracı olarak spor endüstrisi

Olimpiyatlar ve futbol dünya kupası gibi mega organizasyonlar ulus-devletler için küresel ölçekli bir yarışma sahnesidir. Büyük turnuvalar neo-liberalizm modası ortaya çıktıktan sonra ekseriyetle ‘global’ ve gittikçe kuvvetlenen kentlerde gerçekleştirildi ve bir numaralı vaatleri dış sermayeyi bölgeye çekmekti. Bu turnuvalar aynı zamanda bölgede aşırı birikmiş sermayeyi emecek altyapı yatırımlarını da teşvik eder ama bu yatırımlar güçten düşürülmüş, dışlanmış ve uzaklaştırılmış alt sınıfları kapsamazlar. Zira bu akımın ve genel olarak neo-liberal kentçiliğin alamet-i farikası kentsel dönüşüm projeleridir.

Büyük kentlerde ve özellikle İstanbul’da artık hepimizin aşina olduğu kentsel dönüşüm ve mutenalaştırma(jantrifikasyon-soylulaştırma) projeleri kentin sermaye için kârlı olabilecek bölgelerinde konuşlanmış yoksul mahalleleri hedef alır ve buraları alenen gasp ederek kontrolü altına geçirir. Projeler, kent yoksullarının yaşam alanlarına el koyduğu gibi bu “istenmeyen” insanları kentin çeperlerine göçmeye de mecbur bırakır ve özellikle kayıtlı olarak istihdam edilme imkânlarını en aza indirger. Bu el koymalar çoklukla şiddetli bir muhalefetle karşılaşır dolayısıyla bu muhalefeti en azından kamuoyu nezdinde azaltacak bahanelere ihtiyaç vardır. Spor endüstrisinin yalnızca üst, kısmen de orta sınıfları gözeten getirileri bu bahanenin ta kendisidir.

İstanbul’da Olimpiyat’ın O’su dahi Olimpiyat Köyü’nün inşa edileceği Ayazma’da mutenalaştırma projelerinin ortaya çıkmasına yetmişti. Olimpiyat yahut dünya kupası düzenleyen şehirlerdeki örneklerse haliyle çok daha acımasız. COHRE(Barınma Hakkı ve Zorunlu Tahliyeler Merkezi)’nin raporlarına göre 1988 Seul Olimpiyatları’ndan beri olimpiyat, dünya kupası gibi mega spor organizasyonlarına ev sahipliği yapan kentlerde yaklaşık 3.5 milyon kent yoksulu evsiz bırakıldı ya da yerinden edildi. Bu organizasyonların yıkıcı hale gelmesinin 1980’ler ve sonrasına denk gelmesi neo-liberal politikaların kentler ve kent yoksulları üzerindeki etkisini anlatması bakımından kafiyelidir. Daha önce de belirttiğimiz gibi 80’ler aynı zamanda neo-liberal doktrinin önce Anglo-Amerikan sonra da tüm dünya sathında başat hale geldiği ve hız kesmeden yayıldığı yıllardır.

Güney Afrika örneği

Bu bağlamda 90’ların ikinci yarısından itibaren neo-keynezyen ekonomi politikalarının yerini Washington odaklı neo-liberal yapısal uyum programlarına bırakan Güney Afrika Cumhuriyeti’nin ısrarlı Olimpiyat ve Dünya Kupası düzenleme çabalarını da daha iyi anlayabiliriz(tabii kendi ülkemizinkini de). Konut sorunu, yolsuzluk, fuhuş, AIDS gibi sorunlarını 16 yıllık iktidarı boyunca çözemeyen Mandela’nın partisi ANC(Afrika Ulusal Kongresi) ülkeyi dış sermaye için daha cazip hale getirecek dünya kupası düzenleme fırsatını yakaladığında ilk işi bu cezp edici görselliği yaratacak ilüzyonları inşa etmek oldu.

Bir yandan toplam maliyeti 3 milyar doları bulan stadyumlar ve çok amaçlı kompleksler inşa edilirken öte yandan turistlerin ve medyanın gözü önündeki yoksulluk görüntüleri itinayla “temizlendi”. Elbette bunu yapmak kolay olmadı. Güney Afrika Cumhuriyeti zenginle yoksulun arasındaki uçurumun en yüksek olduğu ülkelerden biri. Ülkedeki işsizlik oranı %30’a yaklaşıyor ve büyük kentlerde gecekondulaşma bir hayli yaygın.

Tüm bu “çirkin” görüntülerin yaratacağı memnuniyetsizlikten korkan Güney Afrika hükümeti ülkenin imajını bozan bu unsurları hızlı ve şiddetli bir şekilde temizleme operasyonlarına girişti. 2006’dan bu yana başta Cape Town, Johannesburg ve Durban gibi büyük şehirler olmak üzere dünya kupasına ev sahipliği yapacak tüm kentlerde vuku bulan kentsel dönüşüm projeleri kent merkezinde ve teşhire açık mekânlarda yaşayan on binlerce gecekondu sakininin üzerinde müthiş bir baskı oluşturdu.

Bu baskı, sürgünleri, gecekondu yıkımlarını, kent yoksullarının geçimlerini sağlamalarına olanak veren kimi ufak iş alanlarının zorla lağvedilmesini ve en acısı da ülkedeki Apartheid dönemini hatırlatan bir uygulamayı getirdi: kent çeperlerinde yaşamaya mahkûm edilen ve şehirlere sokulmayan yoksullar. Üstelik tenekeden yapılma toplama kamplarında yaşamaya zorlanan eski gecekondu sakinlerinin durumu Apartheid dönemindekinden bile beter.

“En azından Apartheid döneminde evlerimizi inşa etmemiz için bize tuğla veriyorlardı. Şimdi o bile yok, tenekeden evlerde oturuyoruz” diyen Sandy Rossouw, “apartheid’dan bile kötü” benzetmesinde yalnız değil. Rossouw gibi Blikkiesdorp adlı teneke kentte yaşayan Jane Roberts’a göre de dünya kupası nedeniyle yaşamak zorunda bırakıldıkları yer şeytanın idaresindeki bir zindandan farksız ve polisler akşam vakti dışarıda gezen herkesi sorgulayıp, tartaklayacak kadar pervasız.

Neo-liberal ekonomi ve kent politikalarını hızlandırıcı fonksiyonu sebebiyle tercih edilen Olimpiyatlar, Dünya Kupaları gibi spor organizasyonları tıpkı Güney Kore, Yunanistan, Çin, Hindistan hatta İspanya, Kanada ve ABD örneklerinde olduğu gibi Güney Afrika’da da kent yoksullarına karşı muazzam bir baskılama aracına dönüşmüş durumda. Dünya Kupası ülkenin küresel ekonomiye entegrasyonunu kolaylaştırırken aynı zamanda işçi sınıfı ve yoksulların yaşam standardını düşürmekte, iş olanaklarını kısıtlamakta ve onları sefalete ve kayıt dışı ekonomide sürünmeye mahkûm etmektedir.

Küresel spor endüstrisinin yarattığı bu sonuçların diğer neo-liberal politikalarla benzerlik göstermesi çarpıcıdır. İşçi sınıfını heterojenleştiren ve Manuel Castells gibi kent uzmanlarına göre de uzun vadede proleteryanın silikleşmesine yol açacak olan bu kentsel müdahalelerin özellikle gelişmekte olan ülkelerdeki gidişatı karbon kâğıdından geçmişçesine benzerdir. (Yeri olmasa da parantez içinde belirtmek gerek ki Mike Davis, Jan Breman gibi ekonomi ve kentleşme uzmanlarına göre kent yoksullarını marjinalleştiren bu süreç Castells’in iddia ettiğinin aksine daha farklı ama güçlü bir proleter hareketin canlanmasına da zemin hazırlayabilir.)

Ne yapmalı?

Sonuç olarak 19.Dünya Kupası’nı geride bıraktığımız şu günlerde engin futbol hafızamıza ekleyecek nice enstantane bulduk bulmasına da mevzubahis anların hepsiyle aramızda burjuva medyasının yanıltıcı elinin olduğunu unutmamalıyız. El mahkûm “büyük” medyanın bize gösterdiklerini hatırlayacağız ama bu dünya kupasına asıl damga vuran, yüz binlerce kent yoksulunu mağdur eden ve 16 yıl sonra Güney Afrika’da yeniden apartheid dönemini hatırlatan görüntülerin yaşanmasına sebebiyet veren neo-liberal sefalet ne olacak? Kupayı kimin kazandığının tesiri mi daha büyük yoksa bu yaşananların mı?

Genelde bizim çevrelerde spor küçümsenir hatta “afyon” addedilir. Oysa sporlar ve özellikle de futbol milyarlarca insana erişme kapasitesi olan kitlesel bir fenomendir. En son Güney Afrika örneğinde de tecrübe ettiğimiz üzere spor endüstrisi de her endüstri gibi sermaye sınıfının kontrolü altında sınıfsal çelişkileri keskinleştirmektedir. Bu bağlamda bir üst yapı kurumu olarak sporun bir mücadele alanı olduğu gerçeğiyle yüzleşmeli ve bu alandaki direnişimizi derinleştirmeliyiz.

Aralık 2009’da kaybettiğimiz Güney Afrikalı muhalif ozan-yazar-eylemci Dennis Brutus’ün de dediği gibi: “spor devasa bir mücadele alanıdır ve burada söylenen her söz megafona söylenmişçesine büyük bir etki yaratır.” Megafonu ele alma vakti geldi de geçiyor.

No comments: