Sunday, June 27, 2010

Das Klasik: Almanya-İngiltere!

BU YAZI İLK OLARAK 27 HAZİRAN 2010 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR




Spor gündeminin hayli yoğun olduğu günler geçiriyoruz. Bir yanda dünyanın en prestijli tenis turnuvası Wimbledon 124. kez tenisseverlere “merhaba” derken, öte yanda Güney Afrika’daki Dünya Kupası tüm hızıyla devam ediyor.

Birçok önemli konu var ama bu hafta Dünya Kupası’na, dolayısıyla futbol üzerine yoğunlaşmak istiyorum.

İNGİLTERE-ALMANYA REKABETİ

Bugün Güney Afrika’nın Bloemfontein şehri, tarihinin en önemli spor karşılaşmasına ev sahipliği yapacak. Dev rekabetin taraflarından İngiltere ve Almanya, Dünya Kupası 2. turunda karşı karşıya geliyor.

Almanya ve İngiltere arasındaki siyasi rekabetin futbol rekabetine dönüştüğü an, 1966 Dünya Kupası Finali’dir. Wembley’de uzatmalara giden maçta G.Hurst’ün gol olup olmadığı bugün bile tartışılan meşhur şutuyla, İngiltere maçı 4-2 kazanıp, tarihinin ilk ve tek Dünya Kupası şampiyonluğunu elde etmişti. Rekabetteki bu dönüm noktasını izleyen 35 seneyi ise İngilizler için şöyle tanımlayabiliriz: Kabus!

‘66 sonrası bir türlü istediği başarıları yakalayamayan İngiltere ne zaman umutlansa, ne zaman favori olsa, karşısında hep Almanya’yı buldu ve hep kaybetti. 1970 Dünya Kupası Çeyrek Finali’nde İngiltere, 2-0 öne geçtiği maçı uzatmalarda Gerd Müller klasiği olan bir golle 3-2 kaybedince, “Dramatik bir rövanş” cümlesi manşetleri süsledi. Rekabet yeni yeni alevleniyordu.

‘72 Avrupa Kupası elemelerinde Almanya, Wembley’de İngiltere’yi 3-1 yenerek şampiyonaya katılmaya hak kazanırken, bu aynı zamanda bir Alman takımının Wembley’de aldığı ilk galibiyetti. ‘82 Dünya Kupası’nda Almanya ile İngiltere grup maçında yenişemedi belki ama Almanlar, grubu lider bitirerek İngiltere’yi bir anlamda yine saf dışı bırakmayı başardı.

İngilizler ‘82’den ‘90’a kadar Arjantin’le hem futbol hem de siyaset arenasında yeni bir rekabet geliştirdiler. 1990 Dünya Kupası’ndaysa eski belalıları geri döndü. İtalya’nın ‘90’ın yarı finalinde penaltılarda aldığı şanssız mağlubiyet sonrası Paul Gascoigne gözyaşlarına boğulurken, Gary Lineker de en az Gazza’nın gözyaşları kadar meşhur olan şu cümleyi kuruyordu: “Futbol 22 kişi tarafından oynanan ve sonunda hep Almanların kazandığı basit bir oyundur.”

İngilizlerin kabusu bitmemişti. 1996’da kendi ülkelerinde düzenlenen Avrupa Şampiyonası’nda Wembley’de yine penaltılarla Almanlara kaybettiler. Gascoigne bu kez ağlamadı, onun yerine penaltıyı kaçıran Gareth Southgate’i ağız dolusu Geordie küfrüne boğdu. Son penaltıyı gole çeviren Andy Möller’in gol sonrası İngiliz tribünlerine verdiği poz ise tüm Wembley’i çılgına çevirmeye yetti.

İngilizlerin Almanya kabusu 2001’de aldıkları 5-1’lik galibiyetle sona erdi. Sonrasında ise rekabette bir durulma sürecine girildi. Kura tanrıları iki ezeli rakibi birbirine düşürmez oldu, ta ki bugüne kadar.

Ömer Üründül’ün her maç 26 kere tekrarladığı gibi “futbol enteresan”... Almanya’nın İngiltere’ye karşı bir psikolojik üstünlüğü var ve turnuvada şu ana kadar daha iyi futbol oynayan takım da onlar, ama bu; Alman takımını farklı yapan özellikler, bu sefer aleyhlerine işleyebilir. Ofansif genç, yaratıcı ama tecrübesiz; savunmada aksaklıklar yaşayan takım olmanın cürümünü ödeyecekler mi, göreceğiz…

FUTBOL KAPİTALİZMİN CAN DOSTU MUDUR?

Geçtiğimiz hafta son çeyrek asrın parlak Marksist düşünürlerinden Terry Eagleton, İngiliz gazetesi Guardian için bir futbol yazısı yazdı. Makalenin başlığı “Kapitalizmin Can Dostu Futbol” idi. Yazı, bizim ülkemizde de bazı sol internet sitelerinde Türkçe olarak yayınlandı. Eagleton, makale boyunca çok güzel noktalara değiniyor. Fakat yazının ana temasını aynı zamanda klasik bir “solcu” hastalığı olarak tanımlayabiliriz: “Futbol halkın afyonudur...”

Eagleton diyor ki: “Dünyadaki bütün sağcı düşünce grupları bir araya gelse ve kitleleri siyasetten uzaklaştıracak bir formül düşünse, hepsinin bulduğu sonuç aynı olurdu: Futbol...” Bu yaklaşım kısmen doğrudur, zira benim de sürekli yazdığım gibi futbol, girift siyasi ve ekonomik yapıların yönlendirdiği; sermaye güçleri ve onların güdümündeki medya organları tarafından devamlı maniple edilen ve burjuva siyaset, ekonomi ve ahlak anlayışının biteviye yeniden üretildiği bir alana dönüştürülmüştür. Olimpiyatlardan alelade bir basketbol ligi karşılaşmasına kadar en ufak bir kitlesellikte sermaye grupları devreye girer ve sporu, egemen sınıfın çıkarlarını yansıtan ve yeniden üreten bir mecra haline getirir.

Burada hemfikiriz. Fakat bu durumun bir sebebi de bizlerin bu tahakküme karşı yeterince ses çıkaramaması değil midir? Terry Eagleton’ın yazısını ilk olarak internet aracılığıyla paylaştığımda, Akademisyen Tayfun Gürkaş şöyle güzel bir yorum yapmıştı: “Bir kapitalistten daha kötüsü, baktığı şeyde devrimci bir yan göremeyen solcudur.”

İşte bu söze yüzde yüz katılıyorum. Futbol, biz istesek de istemesek de tüm dünya halklarının delicesine sevdiği bir fenomen. Elimizde bu kadar kitlesel ve etki gücü yüksek bir mecra varken, sırf oyun kapitalistlerin kontrolünde diye onu ve onu sevenleri terk mi edeceğiz? Bu ilerici bir tutum mudur? Bence tamamen sinik ve elitist bir tutumdur. Siyahilerin spor tarihi siyasi mücadele tarihleriyle paralel gelişmiştir, hatta çoğu zaman spor siyahilerin mücadelesine önderlik etmiştir. Bugün Muhammed Ali ve Jackie Robinson isimleri, Martin Luther King’le birlikte anılmaktadır. Tommy Smith ve John Carlos’un 1968 Meksiko City Olimpiyatları ödül töreninde siyah eldivenli yumruklarını havaya kaldırarak selama durmaları ve ABD’deki ırkçılığı dünyanın en büyük sahnesinden eleştirmeleri, olimpiyat tarihinin en önemli anlarından biridir.

Kısacası Eagleton, sinik bir tavırla milyarlarca insanı peşinden sürükleyen bir mecrayı terk etmemizi istemektedir. Oysa tam tersini yapmalıyız. Çünkü spor tarihi, bu tarz mücadelelerin siyasi kazanımlara dönüştüğü onlarca örnekle doludur. Ayrıca halkın benimsediği, sevdiği alanları terk eden kopuk tavrın, mücadelemize hiçbir katkı sağlamadığını hâlâ öğrenemedik mi?..

No comments: