Showing posts with label max horkheimer. Show all posts
Showing posts with label max horkheimer. Show all posts

Monday, January 24, 2011

Tekneyle gelenler...



BU YAZI İLK OLARAK 16 OCAK 2011 TARİHİNDE EVRENSEL GAZETESİNDE YAYINLANMIŞTIR.

Anladığı dilden konuşmak lazım. Anladığı ama nefret ettiği, küçümsediği, iğrendiği bir dilden. Fransa’da yaşayan Mağribilerin, siyahilerin, Müslümanların, emekçilerin dilinden...

Memleketimizde ırkçı Fransız Lider Jean Marie Le Pen’le ondan pek de aşağı kalır yanı olmayan Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy arası bir “sanatçı” yaşıyor farkında mısınız? En az onlar kadar beyaz bir Fransız, en az onlar kadar burjuva, en az onlar kadar faşist... Üstelik sanatçı olmasından mütevellit bohemlik, “aykırılık” filan gırla gidiyor. Eski halini daha çok sevdiğimiz Fransız Şarkıcı Renaud’nun deyişiyle bir “Les Bobos”muz var bizim en monşerinden.

E faşist dedik, monşer dedik, pabucumun aykırısı dedik anlamışsınızdır artık kimi çekiştirdiğimi... Elbette Okan Bayülgen’den bahsediyorum. Bayülgen, geçtiğimiz haftaki programında artık kendisinden duymaya alıştığımız türde bir şeyler zırvaladı. Kardemir Karabükspor’un Nijeryalı Santrforu Emmanuel Emenike’nin ekranlara yansıdığı bir anda konuşturdu eşsiz zekasını: “Tekneyle gelenlerden mi bu?”
Programı izlemedim. Okan Bayülgen izlemeyeli seneler oldu. Yaptığı televizyonculuğun bir zamanlar “medya arkası” köşesinde dalga geçtiklerinden pek farkı yok. Fakat Bayülgen’in “patlattığı” bu espriden sonra gülüşmeler olmuştur eminim. Irkçılığın bu kadar özümsendiği, sıradanlaştırıldığı bir ülkede hele ki bu ırkçılık “aydın” diye bilinen bir insanın ağzıyla üretiliyorsa buna ilk anda kayıtsız kalmak zor olabilir. Irkçılığa prim veren şartlı reflekslerimiz var. Bu ve bunun gibileri sayesinde...

Aydınlanmanın Diyalektiği adlı eserde şöyle yazar Adorno ve Horkheimer: “İdeolojisinin haklılığına inanmış bir faşist buradan aldığı destekle kendisini “normal” kısıtlamalardan azade hisseder ve insandışılaştırdığı kurbanını bilinçsizce şaka konusu yapabilir.” Memleketin genel hali için tekrarlanabilecek bir şey bu. “Bilinçsizce” ırkçıyız. Sıradan faşizm her yerde. Medyanın, politikacıların, sözde aydınların ağzında...

Fakat Okan Bayülgen’inki sadece ırkçılık değil. Aslında çoğu zaman olduğu gibi işin içinde bir de sınıfsal nefret var. “Tekneyle gelenler” derken Bayülgen kendi pirupak dünyasını istila etmeye gelen ve kendi sınıfından olmayan bir güruhu korkuyla işaret ediyor ve aklınca bunu alaya alıyor. “Tekneyle gelenler”, “dağdan gelenler”, “göbeğini kaşıyanlar”, “kebap kokanlar”, “kırolar”, “kara kafalılar”, “apaçiler”... Hepsine aşinayız biz bu sözlerin. Mizahi müzik yaptığı iddia edilen Ufuk-Ercan’ın hatta Grup Vitamin’in şarkı sözlerini hatırlıyor musunuz? Bir çoğu köyden kente yeni göçmüş yoksul Kürtleri, eski köylüleri hedef alır ve onları şivelerinden, alışkanlıklarına kadar aşağılar.

“Tekneyle gelenler...” Hayatta kalabilmek için ölümü göze alarak bir tekneye sıkışan ve emeğinden, kol ve kafa gücünden başka satabilecek hiçbir şeyi olmayan, kendisine hiçbir ayrıcalık verilmemiş, hiçbir miras bırakılmamış, kapitalist emperyalist sistemin en büyük kurbanlarına nasıl da şevkle saldırıyor Türkiş Sarkozy, Le Pen ya da Chirac...

“Yalnızca bir şaka...” diyecektir Okan Bayülgen. Özür dileyeceğine dair iddialar var. Bu yazı yazıldığında henüz böyle bir şeye lütfetmemişti. Lakin ne diyeceğini az çok kestirebiliyoruz. “Yalnızca bir şaka...” Hep aynısını derler ve bu yolla “şakaların” imlediklerini masumlaştırmaya çalışırlar. Oysa “şaka” sosyal bir iletişim biçimidir ve durağan değildir. Bir karşılık görür, reaksiyon alır, gülünür, başkasına anlatılır, yeniden üretilir.

“Yalnızca bir şaka” değildir yani hiçbir zaman ve Bayülgen’in şahsına, daha önceki vukuatlarına baktığımızda bunun bir seferlik had bilmezlikten öte bir zihniyet problemi olduğunu görüyoruz, zira kendisinin daha önce de siyahilere yamyam demek gibi bir falsosu var. (Rojin’i konuk listesinden çıkarmak da kariyerinin diğer yaldızlı ayrıntılarından)

Monşerin anladığı dilden konuşmaya devam etmek istiyorum. Jean Paul Sartre okumuştur herhalde... Antisemit’in Portresi’nde Sartre der ki, “Bir ‘bağnaz’ nefret etmekten zevk alır. Nefret dolu söylemi onu eğlendirir, ona şaka gibi gelir çünkü diğerlerinin ciddiye aldığı hassasiyetlerden bihaberdir.” Okan Bayülgen bir bağnaz, o aptalca “espriyi” yumurtlarken duyduğu hazzın sebebi de budur.

Tekneyle gelen arkadaşlar... Le Pen’imiz, Sarkozy’miz Bayülgen’in tek nefret ettiği onların derisinin rengi değil. Daha doğrusu onların derilerinin rengine duyduğu nefretin sebebi onların tekneyle gelmek zorunda kalan “arkadaşlar” olması... Bu zihniyetin Fransızcasından da Türkçesinden de çok çektik.

Fransa’da muhalif göçmenlerden oluşan müzik grubu Zebda’nın, adını Jacques Chirac’ın 1991’de yaptığı ve Fransız işçileri göçmen işçilere karşı kışkırttığı bir konuşmadan alan bir şarkısı var. “Le Bruit et L’Odeur” yani “Gürültü ve koku”. Anladığı dilden konuşalım demiştik. Bayülgen’e cevabı nefret ettiği insanların müziği versin: “Eşitlik kardeşlerim, ancak rüyalarımızda mümkün...Gürültümüzden ve kokumuzdan şikayet edenler, bu yolları, bu şehri kim inşa etti?”

“Tekneyle gelenler”, bir gün çok fena gelecekler. Onları hor görenler artık orada olamayacak ve eşitlik o gün mümkün olacak.

Sunday, October 18, 2009

Solda olacağız;Hrant'ın yanında

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

“Geçmişin doğruları bugünün yanlışlarına dönüşürken, geride belli belirsiz bir kımıltı kalır. Tarihin treninden düşmüş, sakatlanmış, erksizleşmiş bir doğruluk hayaletidir bu. Bizi uğraştırmaya devam eder. Ve sezeriz; dayanıklılığını, yenilgisinden almıştır.”

Yukarıdaki pasaj Orhan Koçak’a ait. Kanımca mutlak bir evrensel gerçekliğe işaret etmediği gibi, hedefi de tarihi aşamalara göre değerlendirilebilir. Mesela günümüzde Kemalizmin ruh halini bu pasajdan iyi hiçbir şey özetleyemez herhalde.

Ulusalcı cephenin son dönemde normalleştirilmeye çalışılan Türkiye-Ermenistan ilişkilerine karşı olan tavrı, Ermeni diasporasıyla ne kadar benzer, fark ettiniz mi? İki kesimin de, milliyetçi bir hayaletin savaş ve nefret bağımlılığı yayan çığırtkanlarının arkasından gitmek dışında bir meziyetleri yok. Komşu ülkelerin kaç saatte fethedileceğini hesaplamakla meşgul zeka küpü paşalarının ve kanaat önderlerinin rotasında az dayak yemediler. Ama dedik ya, dayanıklılıklarını yenilgilerinden almışlar.

Futbol diplomasisine karşı sığ milliyetçilik

Literatüre “pinpon diplomasisi”nden sonra futbol diplomasisi terimini eklemesi dışında pek de önemi olmayan Türkiye-Ermenistan maçında yine devredelerdi. FIFA’nın “milli maçlarda başka ülkelerin bayraklarının açılmaması” kuralını hatırlamasıyla derdest edilen Azeri bayraklarına getirilen yasak, anlamsızdı. Anlamsızdı; zira bu tip yasaklar, pisliği halının altına ötelemekten ve işleri kızıştırmaktan başka bir işe yaramaz. Azerbaycan bayrağı, milliyetçi cephenin Ermeni barışına karşı sarıldığı son umutlardan biriydi. O da ellerinden alınınca, hırsları dillerine vurdu.

Tekbirlerle karşıladıkları Ermenistan Milli Takımı’nın ulusal marşını ıslıklamakla şovlarına başladılar. “Ayağa kalkmayan Ermeni olsun” dediler, “Ermeni’ye koymasan da…” tezahüratları yaptılar. En zoruma giden de “Odam Kireç Tutmuyor” gibi güzel bir türkümüzü ırkçı salyalarına bulamalarıydı.

Aynı cephenin medya boyutu da ayrı bir komedi. Her milli maçı Kurtuluş Savaşı’na çeviren kendileri değilmiş gibi, “Futbola siyaset karıştı” tarzı başlıklar attılar. Bu seferki siyasetin barışçı olması işlerine gelmemişti elbette. Her zamanki sığlığıyla, “Bu maçı vericez başka yolu yok” başlıklı bir yazı yazan Yılmaz Özdil, vatanseverliğini, kötü esprilerle bezediği bu ilkokul kompozisyonuyla sağlama almaya çalıştı.

Anlayacağınız, ulusalcı kesimle ilgili sıkıntım sadece dar dünya görüşleriyle ya da çıkarmak bilmedikleri at gözlükleriyle sınırlı değil. Bir derdim de müthiş sıkıcılıkları. Milliyetçi taraftar gruplarının tezahüratları; Yılmaz Özdil, Emin Çölaşan gibi köşe yazarlarının marifet(sizlik)leri yahut Serdar Ortaç, Mustafa Yıldızdoğan gibi ayrı tellerden çalan neferlerin eserleri(!..) Her biri ayrı dert! Tamam, başka hiçbir yerde rastlayamadığımız banalliklerin tespiti kendilerini alaya almak için iyi malzeme veriyor vermesine de, bunların kültür ve yazın mirasımızda bıraktıkları tahribat da küçümsenecek gibi değil ki!

Kapitalizme karşı ağzını açamayanlar…

Bir sosyalist olarak Taraf gazetesi ve Genç Siviller’e karşı olan yaklaşımım, Max Horkheimer’in şu meşhur sözündeki gibidir: “Kapitalizme karşı ağzını açamayanlar, faşizm geldiğinde susmalıdır.” Hani Express dergisinin, eylül sayısındaki Adnan Keskin röportajında başlığa taşıdığı gibi: “Taraf emek sömürüsünde ne tarafta?” O taraf, patronlardan emekçilere dönmediği sürece uyuşmayacağımız garanti.

Yine de kendileriyle anlaştığımız bazı noktalar var. Örneğin, Kemalist devlet aygıtının yaydığı milliyetçilik ve militarizm virüsüne karşı olan savaşta aynı taraftayız. 1 Mayıs’ta Marmara Oteli’nden sarkıtılan “1 Mayıs 1977’de buradan ateş edenler bulunsun” pankartında, yahut Ermenistan maçında açılan “Hrant’ın ülkesine hoş geldiniz!” pankartında da aynı taraftaydık. Fakat dediğim gibi, kapitalizme karşı ağızlarını açamadıkları sürece iş birliğimiz bu hususlarla sınırlı kalacaktır.

‘Solda olacağız’

Bu ülkede söylenmesi gereken bazı sözler var. Ve bunları doğru üslupla doğru zamanda kim söylerse söylesin, desteğimizi esirgemeyiz. Türkiye’de milliyetçi kesim kimi zaman anti-emperyalist olduğunu iddia eder. Ne yazık ki bu milli mücadele döneminden kendilerine miras kalan bir slogandan öteye gitmez; zira, kapitalizm ya da sınıf mücadelesi deyince apışıp kalırlar, ağızlarını açamazlar. Anti-emperyalizme karşı savaştan anladıkları şey bu değildir çünkü. Her alanda oldukları gibi bunda da sığlıkları başroldedir ve ilkel milliyetçi içgüdüleriyle hareket ederler.

Tek dertleri dünyayı buldukları gibi bırakmak (keşke ekolojik anlamda da öyle olsanız), sıkıcı yaşam alanlarını korumak, sınırları belirginleştirmek ve hakim ideolojiyi yaymaktır. Yazının başında Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin normalleştirilmesine karşı Ermeni diasporasının ve Türk milliyetçilerinin tavrının benzerliğinden bahsetmiştim. 100 yıl içerisinde Ermeni sözcüğü, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde kullanılan bir küfür haline dönüştürüldüyse ve bu milliyetçi kesimi zerre kadar rahatsız etmiyorsa, ortada insani bir sorun var demektir. Barış sözcüğünden ancak faşistler bu kadar rahatsız olabilirdi.

Dayanıklılığını yenilgisinden alan pehlivanlardan Ermeni diasporası ve Türk milliyetçiliği güzel bir gol yemiştir geçtiğimiz çarşamba günü. Aynı şekilde, seneler içinde umman boyutuna ulaşan kibriyle Fatih Terim’in hükümranlığı da sona ermiştir. Bunların hepsi güzel gelişmeler. Peki ya “Aşırı milliyetçi bir Türküm, o yüzden Türk antrenör isterim” diyen Arda Turan’a, rakibine utanmadan sıkılmadan 3 kere “O… evladı” diye küfreden Emre Belözoğlu’na, “Ayağa kalkmayan Ermeni olsun” diyen tribünlere, gazeteci tokatlayan başkanlara ne zaman gol atacağız?..

Gidiyorsun Terim ama ne yazık ki miras bıraktığın kötü huylar bazı öğrencilerinde ve spor kültürümüzde yaşayacak. Bunlara karşı savaşacağız; zaten o Allah’ın emri… Ve tüm bunlar bana, Nevzat Çelik’in şu dizelerini hatırlatacak: Çok olmadığımız kesin/çok olan tarafta değiliz./Türkiye’de Kürt olacağız/Kürtlerde Ermeni/Ermenilerde Süryani/gidip Almanya’da Türk olacağız…/Köpeğin karşısında kedi/Kedinin karşısında kuş olacağız/Hakem hep karşı takımı tutacak/ve biz hep yedi kişiyle tamamlayacağız maçı/çiçeklerden kamelya olacağız/az kolumuzun tarafında/solda olacağız…