Wednesday, June 3, 2009

Tribün-terk taraftarlar ve solculuk

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Futbol taraftarlığı çağımızın en büyük bilinmezlerinden biri. En fanatiğimizin bile hayatını adadığı bu kariyerde ne aradığı konusunda en ufak bir fikrinin olduğunu sanmıyorum. Sadece kültürel bir pratik olarak kendine özgülüğü değil onu anlaşılmaz yapan, aynı zamanda kültürel bir nevroz olarak bu kadar yaygın oluşunun sebeplerini kesin olarak açıklamak da imkansız. Aslında en güzelini Can Kozanoğlu demiş: “Taraftarlığın rasyonel bir açıklamasını yapmak gerekmiyor, yapılamaz da zaten. Ben bu takımı çok seviyorum de iş bitsin.”

Efsanevi Liverpool menajeri Bill Shankly’nin meşhur bir sözü var ya: “Futbol bir ölüm-kalım meselesi değildir, ondan daha önemlidir.” Kanımca bu söz ne kadar afili durursa dursun bir o kadar da saçmadır. Fakat bu, dünya üzerindeki milyonlarca insanın hayatını özetlediği gerçeğini de değiştirmez.

İflah olmaz bir sporsever olarak taraftarlığın sosyolojik kökenini keşfedecek adam olmak haddime düşmez, beceremem de. Kaldı ki küçümsediğim bir olgu da değildir taraftarlık. Fakat futbol ve taraftarlığın gittikçe negatif bir anlama bürünmesi can sıkıyor haliyle. Bir futbol takımını hayatın merkezine konumlandırmak ve ona ölesiye bağlılık duymak örneklerini yüzlerce kere gördüğümüz gibi tehlikeli bir şey ve hadi itiraf edelim aynı zamanda anlamsız da.

Olayı futbola indirgemeden “spor” kelimesi ekseninde konuşmak daha doğru olacaktır. Her şeyden önce taraftarlığın var olduğu sporların rekabetçi ve yarışmaya dayalı sporlar olduğunun altını çizmek lazım. Rekabet insanda gerilim ve hırs yaratmak yoluyla devamlılığını sağlar. Bu da kaçınılmaz olarak ilerlemeyi getirir ama ne pahasına? Önemli olan ve atlanan nokta hep budur. Tuttuğumuz takımın aldığı sonuçlarla sevinir, üzülür, övünür, şakalaşır, kavga eder, kalp krizi geçirir kimi zaman da intihar ederiz. Bu açıdan bakıldığında bir nevi mutluluk kumarıdır bu ve milyonlarca insan bu oyunun zarlarından kendini kurtaramaz.

Rekabetçi sporlardaki bu hayatta kalmacı kültür taraftarlara da sirayet ediyor. Bir taraftarın günlük hayatı “düşmanlarıyla” yani rakip taraftarla rekabet/savaş halinde geçer. Taraftarlığın bu hali, milliyetçiliğe çok benzer aslında. Umberto Eco’nun dediği gibi “Ötekinin farklılığından duyulan korku”, bireyi savunma mekanizmaları geliştirmeye iter ki bu mekanizma çoğu zaman nüktedan şakalarla işlese de hadisenin şiddete varması da olmamış şey değildir. Taraftarlık ve şovenizm arasındaki bu benzerlik olayın negatif erkek egemen unsurlarıyla ve medya manipülasyonuyla perçinlenince ortaya özellikle “solcu sporseverlerin” katlanamadığı görüntüler çıkıyor. Tribünlerde yaratılan milliyetçilik, cinsiyetçilik, şiddet kokusu ve illa ki karşı tarafa hissi bir şekilde söylenen küfürlerle taçlandırılan tezahüratlar (ki küfürlü tezahürata karşı değilimdir)…

Medya destekli yaratılan bu hoşgörüsüzlük ve nefret ortamı taraftarlığı çirkinleştirdiği gibi solcu sporseverleri de tribünlerden uzaklaştırıyor. Artık “ben bu takımı seviyorum” deyip işin içinden çıkamayacağımız bir taraftarlık kültürü oluşturuldu. Ülke sınırları içinde tutunacak bir St.Pauli dalımız da yok (aman Çarşı var demeyin gözünüzü seveyim).

Cumartesi akşamı milyonlarca Beşiktaşlı şampiyonluklarını kutlarken ben de bunları düşündüm işte. Bir yanda sınırsız bir dünyanın hayalini kuran bizler, öte yanda bölgesel ve ulusal sınırları daha da belirginleştiren, daha şovenist, daha nefret dolu, daha rekabetçi, daha şiddete bağımlı bir taraftarlık ortamı. Bize tribünlerden elinizi eteğinizi çekin mesajı mı veriliyordur nedir?

No comments: