Wednesday, June 24, 2009

Wimbledon 2009: Federer'in Mekânı

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Alamet-i farikalarından çapraz forehand’iyle puanı alıp maçı bitirdiğinde Roger Federer’in aklından tek bir rakam geçiyordu: 15... Tam 14 grand slam şampiyonluğuyla bu alanda Pete Sampras’la liderliği paylaşan İsviçreli raket eğer en güvenilir kalelerinden Wimbledon’da tökezlemezse tenis tarihine kırılması çok zor bir rekor daha işlemiş olacak. Ezeli rakibi, son Wimbledon şampiyonu Rafael Nadal’ın diz sakatlığı nedeniyle turnuvada oynamayacak oluşu da rekora giden yolda Fedex’in işini kolaylaştıran önemli bir faktör. Tek erkeklerde ilk tur maçları dün oynandı ve James Blake dışındaki favoriler yoluna devam ediyor.

Geçtiğimiz sezonki 5 saatlik efsanevi Federer-Nadal finalinin rövanşını göremeyecek olmamız Federer dışında herkes için kötü haber. Fakat yine de heyecanımızı kaybetmememiz için yeterince neden var. Bir kere burası Wimbledon. Oyuncuların değil belki ama tenisseverlerin bir numaralı turnuvası. Geçmişte sıkı kuralları ve gelenekçi yapısı sebebiyle Rafael Nadal, Nikolay Davydenko gibi oyuncular tarafından ağır şekilde eleştirilen turnuva yetkilileri, yüzlerce yıllık bir tabuyu yıkarak kortlara açılır-kapanır çatı takviyesi yaptı. Bundan böyle olumsuz bir Wimbledon klasiği olan “yağmur muhalefeti sebebiyle maç ertelenmesi” olayına rastlamayacağız. Bir diğer neden de yetenekli İskoç Andy Murray’nin tam 73 yıl sonra Wimbledon’ı kazanan ilk Britanyalı olarak tarihe geçme olasılığı. Son 1 senede özellikle zihinsel anlamda büyük aşamalar kaydeden çok yönlü raket, Novak Djokovic’in formsuzluğunu da göz önüne alırsak Roger Federer’in şampiyonluk ve rekor yolundaki en büyük rakibi olacak.

Kadınlardaysa Venus ve Serena Williams kardeşlerin mutlak favoriler olarak göze çarptıklarını söyleyebiliriz. Sırp raketler Jelena Jankovic ve Ana Ivanovic’in önlenemez düşüşleri sürüyor. Omzundaki sakatlık sebebiyle uzun süredir gerçek performansını kortlara yansıtamayan 2004 şampiyonu Maria Sharapova da şampiyon olabilecek formdan uzak. Çok başarılı bir toprak sezonunun ardından Fransa Açık’ı finalde kaybeden Dinara Safina ise halen bir şampiyonda bulunması gereken zihinsel istikrara ve sakinliğe sahip değil gibi gözüküyor. Yine de son 6 ay içinde oynadığı 3 grand slam’i de kaybeden Safina’nın kariyerinde bir dönüm noktası olacaksa bu Wimbledon 2009 olabilir.

2009, tenis açısından sakin bir sezon oluyor. Birçok yıldız isim sakatlık ve formsuzluktan muzdarip. Roger Federer, Roland Garros 2009’u kazanarak koleksiyonundaki tek eksiği tamamladı gerçi ama Rafael Nadal’ın diz sakatlıkları bu büyük başarıyı ister istemez küçümsememize sebebiyet verdi (ne haddimizeyse). Fedex, yine rekor peşinde fakat maalesef Nadal yine yok. Olsun, sporseverin kafası rahat! Koltuğuna yaslanıp tarihin şekillenişinin keyfini çıkaracak.

Friday, June 19, 2009

Asıl suçlu kravatlılar

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Efes Pilsen-Fenerbahçe maçının bitiminde gayrı ihtiyarı olarak ağzımdan çıkmış: “Maçlar seyircisiz oynansa daha iyi.” Öyle mi hakikaten? Doksanlarda, Efes-Ülker-Tofaş rekabeti had safhaya çıktığında seyircisizlikten yakınan yine bizler değil miydik? Camia kulüplerinin resme dahil olması gerektiğini, basketbolun tadının taraftarsız çıkmayacağını dile getirenler bizler değil miydik? Yanıldık mı? Yoksa asıl sorun tribündeki taraftarlarda değil de onların “üstlerinde” mi?
Efes Pilsen-Fenerbahçe serisini takip etmeyenler için olayları kısaca özetlemek gerekirse, “taraftarı”olan takım kaybetti ve artık kanıksadığımız olaylar gelişti. Yanlı medyanın manipülasyonları, taraftarı kışkırtan holigan yöneticiler, spor kültüründen bihaber utanç kaynağı sporcular…

Her şey serinin altıncı maçında hakemlerin kuralları doğru olarak uygulaması yüzünden başladı desek abartmış olmayız herhalde. Bitime 13 saniye kala Efes Pilsen topu oyuna sokarken, Ömer Onan’ın henüz top oyuna girmeden Charles Smith’e faul yapması sonucu yeni kurallara göre hakemler haklı olarak centilmenlik dışı faul çaldı. Bunun manası da 2 faul atışı ve akabinde Efes’in bir hücum şansı daha kullanması olacaktı. Kuraldan haberdar olmayan Fenerbahçeli basketbolcu, yönetici, antrenör ve taraftarlar ortalığı bir anda savaş alanına çevirdi. Mirsad Türkcan ve Fenerbahçeli yöneticilerin başlattığı tribünleri galeyana getirme seferberliğine, Rasim Başak iğrenç küfürleri, el hareketleri ve tekmeleriyle katılınca utanç verici sahneler yaşandı Ayhan Şahenk Spor Salonu’nda. Maçı yayınlayan Spormax kanalında sevgili spiker abimiz Mustafa İyi ve yılların koçu Çetin Yılmaz’ın da kuralları yeterince bilmemeleri sonucu izleyenleri doğru yönlendirememeleriyle sahne iyice trajikleşti. Cahillik ve kör fanatizmden dibine kadar beslenen taraflı medya da tüm bunları kullanarak hukukun hakkınca uygulanmasını cezalandıran bir tavır takındı.

Son maçı Sky Turk’ten izledim. Her zamanki gibi “Fener-santrik”(Galatasaray, Beşiktaş olsa yine aynı olurdu) bir bakış açısı vardı spiker ve yorumcularda. Sanki Efes Pilsen yabancı bir takımmış da Fenerbahçe’ye karşı Avrupa Kupası finali oynuyormuşçasına bir atmosfer vardı. Serinin tamamında olduğu gibi basketbol ve mücadele açısından doyurucu güzel bir maç oldu. Fakat karşılaşmanın sonu gelip de Efesli oyuncular haklı zaferlerini kutlamaya yeltenince(!) olanlar oldu. Sahaya giren onlarca taraftar, sporculara tekmeler ve su şişeleri savurmaya başladı. Yetmedi içeriye kaçan oyuncuların soyunma odaları basıldı.

Böyle anlarda insan düşünüyor: Yöneticiler ve sporcular biraz yiğitçe davranıp mağlubiyeti kabullenmeyi öğrenseler, taraftarı galeyana getirecek davranışlarda bulunmasalar, ağzı salyalı küfürler etmeseler mesela, külhanbeyi parmaklarıyla tehditler savurmasalar, o taraftarlar sahaya girip rakip takım oyuncularını dövmeye kalkabilir mi?

“Maçlar seyircisiz oynansa daha iyi.” Yanlış bir sav elbette ama “koluna ülkücü takıp futbolcu transfer etmeye giden” zihniyette yöneticiler oldukça sporun başında yaratılan bu rezil taraftarlık kültürünün değişmesini de bekleyemezsiniz. Efes Pilsen’e tebrikler!

Son olarak bir çift laf da sevgili(!) polisimize. Kapitalist devlette polis kurumunun ne işe yaradığını, kime hizmet ettiğini biz çok iyi biliyoruz da hakikaten yine de sorasım geliyor: Yahu siz neye yararsınız? Taraftarın sahaya girip sporcu dövmesini engelleyemiyorsanız ben size niye vergi ödüyorum, her eylemde sektirmeden beni dövesiniz diye mi?

Wednesday, June 10, 2009

Merkezi hegemonya ve mahmur çevre

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Merkez-çevre sorunsalı modernizmin her aşamasında karşımıza çıkan problematik bir deneyim olarak sıkça cisim değiştiriyor belki ama özünden hiçbir şey kaybetmiyor. Hatta teknolojinin ilerlemesi ve ideolojikleşmesiyle altın çağını yaşıyor bile diyebiliriz. Artık sadece ekonomik-siyasal tabanlara dayanan bir merkez hegemonyasıyla yetinmiyor iktidarlar, aynı zamanda medyanın da desteğiyle müthiş bir kültürel kuşatma yaratıyorlar.

Geçtiğimiz hafta Saint-Etienne’de oynanan Fransa-Türkiye maçında çıkan olayların medyadaki yansımaları bize bu konuyu derinlemesine deşme imkanı doğurdu. Bilmeyenler için hatırlatalım karşılaşmanın 80.dakikasında tribündeki Türkiyeli seyirciler, memnuniyetsizliklerini sahaya “yabancı madde yağdırarak” göstermişler, çıkardıkları olaylarla tüm Turan dünyasını Avrupa’ya karşı mahcup etmişlerdi(!). Son 2 yüzyılda kökleri atılan ve yaratılan milli kültürün tamamı, kendini Avrupa’ya beğendirme ve eline imkan geçerse onu alaşağı etme (geçme değil direkt canına okuma manasında) üzerine kurulu olduğu için Türk iktidar aygıtları için katlanılması zor bir durumdu. Neyse ki bizim de bir “çevremiz” var. Suç asla Türk’ün olamayacağına göre; konjonktür değerlendirildi, zihin düzenleyiciler karar verdi, medya uyguladı. “Olağan Şüpheli 2” (Nomero 1 elbette Kürtler) devreye sokulacaktı.

Olumlu her hadisede “Türk’ten Avrupa’ya ders”, “Türk’ün Gücü”, “Türksün-Ürksün” başlıkları atan medya, Fransa maçında çıkan olaylar sonrası, “Gurbetçilerin Çirkinlikleri”, “Gurbetçilerin Çıkardıkları Olaylar” hatta “Avrupa’da Yaşamakla Avrupalı Olunmuyor” (hayır bu cümleyi Burhan Altıntop değil Mert Aydın gibi çok beğendiğimiz bir spor gazetecisi kurdu) ağızlarına döndü. İmam osurursa cemaat ne yapsın misali; okuyucu yorumları daha da korkunçtu. E böyle medyaya böyle okur, böyle zihniyete böyle yorum!

Cezayı, olayları çıkaran Türkiyelilerin gurbetçi oluşuna ve Avrupalı olamayışına bağlayan medya farkında mıydı ki aynı maçta Fransız seyirciler kendi oyuncularına karşı ırkçı saldırılarda bulundular. Cezayir asıllı golcü Karim Benzema’nın maç sonrasındaki isyanından haberdarlar mıydı? Olsalardı belki ezeli ve ebedi Avrupa komplekslerini gözden geçirmek isteyebilirlerdi. Avrupa’nın binlerce yıllık yerlileri öz be öz Fransızların ırkçı tezahüratları bana hiç de “medeni” bir davranış gibi gelmedi de o yüzden!

Sorun şu ki; Türk medyası kafasını etnoloji ve milliyetçilikle o kadar bozmuş ki toplumları şekillendiren birincil faktörün sınıf mücadelesi olduğunun bilincinde değil. Tersi söz konusu olsaydı merkez-çevre ilişkisini daha iyi çözümleyebilirlerdi. Ve etnik kökenine bakılmaksızın git gide daha da fakirleştirilen, dışlanan, marjinalize edilen “çevre”’nin kaderinin kapitalist dünyanın her yerinde aynı olduğunu görebilir, Fransız taraftarlarla, Türkiyeli taraftarların çıkardıkları olayları Avrupa’daki merkez sağın korkutucu yükselişiyle bağdaştırabilirlerdi.

Pazar günü gerçekleştirilen Avrupa Parlamentosu seçimlerinde, sosyalistler tarihlerinin en ağır yenilgilerinden birini aldı. En güçlü olması gereken dönemde Fransız Sosyalist Partisi tepetakla vaziyette. Lenin’den Gramsci’den bu yana hiçbir şeyin değiştirilememiş olduğunu görmek can sıkıcı. Milliyetçilik ve merkezin hegemonyası, baskısı halen işçi sınıfının gözlerinin önüne bir perde gibi inmeye devam ediyor. Görmüyoruz, duymuyoruz, isyan etmiyoruz. Tek yaptığımız merkezin bize düşman bellettiği “çevreye” sövmek ve bir futbol maçını milliyetçi hezeyan şovuna dönüştürmek. Demek ki sermaye medyası, patronuna iyi hizmet ediyor. Demek ki kültürel hegemonya tam gaz altımızı oymaya devam ediyor.

Wednesday, June 3, 2009

Tribün-terk taraftarlar ve solculuk

BU YAZI İLK OLARAK EVRENSEL GAZETESİ'NDE YAYINLANMIŞTIR.

Futbol taraftarlığı çağımızın en büyük bilinmezlerinden biri. En fanatiğimizin bile hayatını adadığı bu kariyerde ne aradığı konusunda en ufak bir fikrinin olduğunu sanmıyorum. Sadece kültürel bir pratik olarak kendine özgülüğü değil onu anlaşılmaz yapan, aynı zamanda kültürel bir nevroz olarak bu kadar yaygın oluşunun sebeplerini kesin olarak açıklamak da imkansız. Aslında en güzelini Can Kozanoğlu demiş: “Taraftarlığın rasyonel bir açıklamasını yapmak gerekmiyor, yapılamaz da zaten. Ben bu takımı çok seviyorum de iş bitsin.”

Efsanevi Liverpool menajeri Bill Shankly’nin meşhur bir sözü var ya: “Futbol bir ölüm-kalım meselesi değildir, ondan daha önemlidir.” Kanımca bu söz ne kadar afili durursa dursun bir o kadar da saçmadır. Fakat bu, dünya üzerindeki milyonlarca insanın hayatını özetlediği gerçeğini de değiştirmez.

İflah olmaz bir sporsever olarak taraftarlığın sosyolojik kökenini keşfedecek adam olmak haddime düşmez, beceremem de. Kaldı ki küçümsediğim bir olgu da değildir taraftarlık. Fakat futbol ve taraftarlığın gittikçe negatif bir anlama bürünmesi can sıkıyor haliyle. Bir futbol takımını hayatın merkezine konumlandırmak ve ona ölesiye bağlılık duymak örneklerini yüzlerce kere gördüğümüz gibi tehlikeli bir şey ve hadi itiraf edelim aynı zamanda anlamsız da.

Olayı futbola indirgemeden “spor” kelimesi ekseninde konuşmak daha doğru olacaktır. Her şeyden önce taraftarlığın var olduğu sporların rekabetçi ve yarışmaya dayalı sporlar olduğunun altını çizmek lazım. Rekabet insanda gerilim ve hırs yaratmak yoluyla devamlılığını sağlar. Bu da kaçınılmaz olarak ilerlemeyi getirir ama ne pahasına? Önemli olan ve atlanan nokta hep budur. Tuttuğumuz takımın aldığı sonuçlarla sevinir, üzülür, övünür, şakalaşır, kavga eder, kalp krizi geçirir kimi zaman da intihar ederiz. Bu açıdan bakıldığında bir nevi mutluluk kumarıdır bu ve milyonlarca insan bu oyunun zarlarından kendini kurtaramaz.

Rekabetçi sporlardaki bu hayatta kalmacı kültür taraftarlara da sirayet ediyor. Bir taraftarın günlük hayatı “düşmanlarıyla” yani rakip taraftarla rekabet/savaş halinde geçer. Taraftarlığın bu hali, milliyetçiliğe çok benzer aslında. Umberto Eco’nun dediği gibi “Ötekinin farklılığından duyulan korku”, bireyi savunma mekanizmaları geliştirmeye iter ki bu mekanizma çoğu zaman nüktedan şakalarla işlese de hadisenin şiddete varması da olmamış şey değildir. Taraftarlık ve şovenizm arasındaki bu benzerlik olayın negatif erkek egemen unsurlarıyla ve medya manipülasyonuyla perçinlenince ortaya özellikle “solcu sporseverlerin” katlanamadığı görüntüler çıkıyor. Tribünlerde yaratılan milliyetçilik, cinsiyetçilik, şiddet kokusu ve illa ki karşı tarafa hissi bir şekilde söylenen küfürlerle taçlandırılan tezahüratlar (ki küfürlü tezahürata karşı değilimdir)…

Medya destekli yaratılan bu hoşgörüsüzlük ve nefret ortamı taraftarlığı çirkinleştirdiği gibi solcu sporseverleri de tribünlerden uzaklaştırıyor. Artık “ben bu takımı seviyorum” deyip işin içinden çıkamayacağımız bir taraftarlık kültürü oluşturuldu. Ülke sınırları içinde tutunacak bir St.Pauli dalımız da yok (aman Çarşı var demeyin gözünüzü seveyim).

Cumartesi akşamı milyonlarca Beşiktaşlı şampiyonluklarını kutlarken ben de bunları düşündüm işte. Bir yanda sınırsız bir dünyanın hayalini kuran bizler, öte yanda bölgesel ve ulusal sınırları daha da belirginleştiren, daha şovenist, daha nefret dolu, daha rekabetçi, daha şiddete bağımlı bir taraftarlık ortamı. Bize tribünlerden elinizi eteğinizi çekin mesajı mı veriliyordur nedir?