Monday, August 9, 2010

Dünya kupası: Sınıfsal apartheid’ın tellalı


BU YAZI BİR+BİR DERGİSİ'NİN HAZİRAN-TEMMUZ 2010 SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR.




“Bizi burada görmek istemediklerini söylediler. Stadyum çevresinde bulunmamızı istemiyorlar. Yani gitmek zorundayız.” Bu sözler 40 yıldır Durban Kings Park Stadyumu’nun çevresinde işportacılık yaparak geçinen Regina Twala’ya ait. Önemli sözler çünkü Twala’nın maruz kaldığı bu dışlayıcı tavır Güney Afrikalı kent yoksullarının Dünya Kupası’yla birlikte artarak hissettiği baskıyı birebir yansıtıyor.

Durban şehrinde artık Kings Park adlı bir stadyum yok. Onun yerinde 457 milyon dolara mal olan son teknoloji ürünü bir yapı yükseliyor: Moses Mabhida Stadyumu. Bu görkemli yapı inşasıyla beraber çevresindeki yoksulluğu ‘nev-liberal’ bir abrakadabrayla yok etti. Bir başka deyişle ‘pislik’ halının altına itelendi ve artık her şey pirüpak!

Öyle mi gerçekten? Dünya Kupası’yla birlikte Güney Afrika‘yı varsıl, aydınlık bir gelecek mi bekliyor? Yoksa Dünya Kupası tam da bu müreffeh hayallerin katili mi? Ülkede yoksulların, siyahların sporu olarak bilinen futbol, bu pahalı ve gösterişli şenliğiyle ülkenin kalkınmasına yardımcı olmaya mı geliyor, zenginle yoksulun arasındaki uçurumu bir fersah daha arttırmaya mı?

Bunlar aslında her büyük spor organizasyonu sırasında muhalif kutuplar tarafından seslendirilen sorular. Özellikle dünyanın 1980’lerde geçirdiği neo-liberal dönüşümle birlikte sporun olağanüstü bir şekilde ticarileşmesi ve başlı başına devasa bir endüstri haline gelmesi yarattığı çelişkileri ve problemleri daha da görünür kıldı. Bu seferki coğrafya Güney Afrika, hali hazırda zenginle fakirin arasındaki uçurumun akıl almaz bir seviyede olduğu, yapısal uyum programlarının halkın canına okuduğu bir ‘üçüncü dünya’ ülkesi. Irkçı apartheid rejiminden kurtuluşunun 16.yılını kutlayan Zulu diyarında yeni ayrımcılık döneminin bayraktarlığını neo-liberal politikalar yapıyor ve Dünya Kupası bu politikalarla hayli içli dışlı.

ANC’deki sağ sapma

Apartheid rejiminin yıkıldığı 1994’ten beri iktidarda olan ANC(Afrika Ulusal Kongresi) kâğıt üzerinde sol bir parti. Hareket, silahlı kanadı Umkhonto we Sizwe(Halkın mızrağı) ile birlikte apartheid dönemi süresince rejime karşı mücadele verdi. Muhalefet yıllarında sol hassasiyetler üzerinden politika yapan ve destek toplayan ANC, iktidara geldikten sonra kendisini Washington odaklı yapısal uyum programlarının kucağına bıraktı.

ANC’deki zihinsel değişimi Nelson Mandela’nın dört yıl arayla söylediği şu 2 cümleden anlayabiliriz. Sene 1990: “ANC’nin temel politikası ekonomide kamulaştırmadır.” Sene 1994, “ANC’nin temel politikası ekonomide özelleştirmedir.”

ANC, iktidara Neo-Keynesçi bir ekonomik program olan RDP(Yeniden inşa ve Kalkınma) ile gelse de kısa sürede bu programı tedavülden kaldırdı ve vaatlerinin tam aksi bir siyaseti dikte eden GEAR sistemini devreye soktu. Buna göre parti, kalkınma, istihdam ve refahın paylaşımını ön plana sokacaktı. Fakat bu politikalar beraberinde özelleştirmeyi, ücretlerin düşürülmesini ve tenkisatları getirdi. Parti, yeni bir siyahi eliti semirtirken çalışan kesimi görmezden geldi ve Güney Afrika Cumhuriyeti 90’ların sonunda yayınlanan bir Birleşmiş Milletler raporuna göre zenginle yoksulun arasındaki uçurumun en yüksek olduğu ikinci ülke haline geldi(Dönemin birincisi Brezilya).

1999’da Thabo Mbeki’nin başkanlığa gelmesiyle ANC, bir seçimden daha zaferle ayrıldı ama hükümetin işçi sınıfı üzerindeki baskısı azalmadı. Bu dönemde GEAR politikasını bir üst seviyeye taşıyan Güney Afrika Cumhuriyeti, merkezine yeni gelişen siyahi burjuvaziyi alarak sermayeye dayalı bölgesel bir güç olmayı hedef tahtasına oturttu.
Sub-imperialism olarak anılan bu agresif neo-liberal anlayışın çalışan kesim üzerinde şiddetli etkileri oldu. İşsizlik, %20’lerden %48’lere kadar çıktı, halk %20 oranında fakirleşti, zenginle yoksul arasındaki uçurum iyice arttı. AIDS’li oranı ve fuhuş akıl almaz boyutlara erişti. Hükümetin adı sıkça yolsuzluklarla anılır oldu ve son olarak büyük tepki toplayan zorunlu gecekondu tahliyeleri yaşanmaya başladı.

Haussmann Güney Afrika’da

Konut yetersizliği, barınma sorunu ve gecekondu mahalleleri Güney Afrika otoritelerinin apartheid döneminden beri başını ağrıtan konular. Mike Davis’in “Gecekondu Gezegeni” kitabından aktaracak olursak : “...sömürge ırkçılığı temeline kurulan apartheid rejimi köyden kente göçü kriminalize etmekle kalmamış, tarihsel olarak kent merkezlerinde yaşayan beyaz olmayan toplulukların müthiş bir acımasızlıkla yerlerinden sürülmelerine de neden olmuştu. Yaklaşık 1 milyon siyahi sözde ”beyazlara” ait bölgelerden tahliye edilmişti.” Apartheid dönemindeki 1 milyon kişinin zorla tahliyesi acılı ve kanlıydı. 1980’lerin sonunda dünya tarihinin en şiddetli gecekondu isyanlarından birini ortaya çıkaran bu gergin süreç, rejime karşı savaşan ANC’nin de önemli kozlarından biri olmuştu.

Irkçı rejim yıkıldıktan sonra siyahların şehirlere girmesini yasaklayan kanunlar iptal edildi ve böylece Güney Afrikalı sanatçı Rian Malan’ın tasviriyle “uzaklarda bir baraj yıkıldı ve milyonlarca perişan, umut dolu siyahi dağlardan sel gibi akmaya başladı.” Yeni rejimle birlikte kentleşme oranları muazzam bir artış gösterdi. Güney Afrika’nın büyük şehirleri böylesi bir yükü kaldıracak ekonomik alt yapıya sahip değildi ve nihayetinde Johannesburg, Cape Town, Durban gibi kentlerde devasa gecekondu mahalleleri oluşmaya başladı.

ANC hükümeti iktidara gelir gelmez konut sorununu çözebilmek için “5 yılda 1 milyon ev” projesini devreye soktu ama 90’lar boyunca hatırı sayılır bir ilerleme kaydedemedi. 2000’lerde parti iyiden iyiye neo-liberalleşince konut projeleri de Friedrich Engels’in deyimiyle Hausmannlaştı. Engels, burjuvazinin konut sorununa getirdiği kendince çözümleri 1860’larda Paris’i yeniden inşa eden şehir plancısı Georges-Eugene Haussmann’la özdeşleştirir ve bu çözümleri sorunun kaçınılmaz olarak yeniden üretileceği tarzda çözümsüzlükler olarak değerlendirir. David Harvey de ‘Sosyal Adalet ve Şehir’ adlı yapıtında konut sorununun kapitalist sistem içerisindeki çözümlerle halledilmesinin olanaksız olduğunu öne sürer. Özetle ANC, 2000’lerle birlikte konut sorununu duyarsız serbest piyasa usullerince çözmek için BNG(Breaking New Ground) programını açıkladı. Bu programın en önemli projeleri de Capetown’daki N2 Gateway ve Durban ile Johannesburg’daki “sosyal konut” projeleriydi.

Mike Davis, üçüncü dünya metropollerinde uygulanan Haussmann tipi kentleşmeyi, devletin “güzelleştirme” hatta “yoksullara toplumsal adalet sağlama” namına planlı müdahalelerde bulunarak sermaye sınıfına ve çalışan orta sınıfa yeniden mekânsal sınırlar çizdiği bitmek bilmeyen bir toplumsal savaş olarak betimler. Buna göre yoksul kesimin kentsel olarak kârlı bölgelerde konuşlanmış yaşam alanları ekonomik gelir elde etmek ve sosyal kontrolü sağlamak adına gasp edilmekte ve yerinden edilen yoksullar kent çeperlerindeki izole bloklara mahkûm edilmektedir. Elbette böylesi tartışmalı ve şiddetli süreçlere gebe projeleri hayata geçirebilmek için devletin kamuyu ikna edici kozlara sahip olması gerekmektedir.

İşte bu noktada uluslararası çapta “mega etkinlikler” devreye girer. Olimpiyatlar ve Futbol Dünya Kupası nüfuzları itibariyle bu alanda öne çıkan örneklerdir. Ev sahibi uluslar adına dünyanın geri kalanına karşı ülkelerinin propagandasını yapma imkânı veren bu etkinlikler dışarıya karşı güzel, zengin, gelişmiş vs. görünme kaygılarını ön plana alır ve verilecek iyi bir sınavın ülkenin tanıtımına dolayısıyla turistik albenisine ve ekonomisine önemli katkıları olacağını halka empoze eder. Güney Afrika Cumhuriyeti Spor Bakanı Danny Jordaan Dünya Kupası’nın ülke için önemini şöyle ifade etmektedir: “Bütün dünya biz Güney Afrikalılar’ın birinci sınıf olduğunu görecek.”

Hâlbuki Güney Afrika, yolsuzlukları, %30’lara varan işsizlik oranı, AIDS ve fuhuş problemi ve belki de en önemlisi konut sorunuyla hiç de birinci sınıf bir ülke değil. Kuşkusuz Güney Afrikalılar da bunun farkında. Fakat Dünya Kupası’nda çizilecek iyi bir imajın ülkeyi bir anda refaha kavuşturacağı ilüzyonuna da özellikle orta sınıfı ikna etmek çok kolay. Şehirlerin “güzelleştirilmesi” projelerinin hedefi halindeki kent yoksulları içinse durum tamamen farklı.

Mega spor etkinlikleri kent yoksullarına karşı

Uluslararası spor etkinliklerinin kent yoksulları için kâbus haline dönüşmesinin tarihi 1936 Berlin Olimpiyatları’na kadar uzanıyor. O dönemde “ulu” rejimlerinin imajına halel gelmesinden korkan Naziler, şehir merkezindeki evsiz ve gecekonducuları acımasız yöntemlerle yabancılara görünemeyecekleri “ıraklara” sürmüşlerdi. Sporların aşırı ticarileşmesi ve neo-liberalizmin hâkim olduğu 80’ler ve sonrasında ise bu tarz spor etkinlikleri adeta seri katile dönüştü.

COHRE(Barınma Hakkı ve Tahliyeler Merkezi)’nin raporlarına göre yaklaşık 720 bin kişinin yerinden edildiği 1988 Seul Olimpiyatları’yla başlayan süreç, 2008 Pekin’le tavan yaptı. Pekin’de 1.5 milyona yakın kişinin kitlesel tahliyesi nihayet medyanın ilgisini çekebildi. Oysa ki Pekin’e gelene kadar 20 yılda yine COHRE raporlarına göre tam 2 milyon kent yoksulu mega spor etkinliklerinin yarattığı bahanelerle evlerinden kovulmuş, yaşam alanlarını kaybetmiş ve mağdur duruma düşürülmüştü.

COHRE raporlarından aktaracak olursak; 1992 Barcelona Olimpiyatları sırasında tam 624 aile evlerinden sürüldü, oyunlar sebebiyle 1986 ila 1993 arasında konut kiraları %145 oranında arttı. Yerinden edilmeler en çok kentin Roman nüfusunu hedef aldı ve yaklaşık 60 bin kişiyi kapsadı.

’96 Atlanta Olimpiyatları’nda ezici çoğunluğu Afro-Amerikalı olmak üzere 30.000’e yakın yoksul yaşam alanlarını değiştirmeye zorlandı, 3.000 ev yıkıldı, mahalleler ve evini kaybeden halk kriminalize edildi. Bu dönemde(95-96 yılları) tam 9.000 evsiz tutuklandı.

2004 Atina Olimpiyatları yalnızca ülke ekonomisinde bedelleri halen ödenen bir gedik açmakla kalmadı. 2700 Roman vatandaşın barınma hakları oyunlar sebebiyle tecavüze uğradı, toplamda 10 bin kişi mağdur edildi. Gecekonduların yıkımı için kanunları çiğneyen jet bürokratik kararlar alındı. Yerinden edilen kent yoksullarına verilen alternatif konut sözleri tutulmadı.

2010 Vancouver Kış Olimpiyatları, doğa harikası ormanların katledilmesine, kent merkezindeki mahallelere uygulanan soylulaştırma projelerine, 700 yoksulun buradaki evlerinden kovulmasına ve alışılageldiği üzere bedelini Vancouver halkının vergilerle ödeyeceği büyük mali zararlara yol açtı.

Önümüzdeki Ekim ayında Yeni Delhi’de düzenlenecek olan Commonwealth Oyunları da sevimsiz yüzünü göstermekte hiç gecikmedi. 35 bin gecekondu sakini “kenti güzelleştirme” adına zorunlu olarak mahallelerinden tahliye edildi. Elbette “mega etkinlikler” sporla sınırlı değil. Birçok uluslararası politik, ekonomik ve sanatsal etkinliğin sistem tarafından nasıl yoksulsavar’a dönüştürüldüğünü kanıtlayacak örnekleri sunabiliriz. 2010 Dünya Expo Fuarı için Şangay’da 400 bin kişinin yerinden edildiği notunu iletmem yeterli olacaktır herhalde.

Teneke kentler ve Dünya Kupası

Tüm bu gerçekler ışığında ANC’nin gözünü Olimpiyatlar ve Dünya Kupası’na dikmesiyle kentsel dönüşüm projelerinin, gecekondu yıkım ve tahliyelerinin aynı döneme denk gelmesinin tesadüf olmadığı sonucuna varabiliriz. Cape Town, Johannesburg, Durban gibi kentler başta olmak üzere maçlara ev sahipliği yapacak tüm şehirlerde apartheid dönemini aratmayan görüntüler yaşanıyor.

Cape Town, dünya kupası zulmünün en çok hissedildiği yer. Hükümetin dar gelirlilerin konut sorununu çözmek için uygulamaya koyduğu N2 Gateway Projesi, 25 bin konutluk bir proje. Dışarıdan bakıldığında umut verici, iyi niyetli bir hamle gibi gözüküyor ama hadiseyi biraz deştiğinizde yüzleştiğiniz gerçekler can sıkıcı. N2 Gateway, Cape Town’ın merkeziyle havaalanını birleştiren N2 Karayolu’nun çevresinde inşa ediliyor. Dünya Kupasıyla birlikte Cape Town’a gelecek olan on binlerce turistin Güney Afrika’ya dair göreceği ilk görüntüler buraya ait olacak. Hükümetin N2 Gateway Projesi’nde gösterdiği ivedilik ve ‘özveri’ bu bilgiyle biraz daha anlam kazanıyor.

Projenin hayata geçirilmesi için Joe Slovo Enformel Bölgesi olarak anılan mahallenin 20 bin sakini evleri yıkılmak suretiyle bölgeden sürüldü. Sürüldükleri yer bir toplama kampından farksız olan ve resmi kayıtlarda Delft olarak geçen bir cehennem parçası. Delft’te yaşamaya zorlanan mağdurların bölgeye taktıkları isim Blikkiesdorp, Afrikaan dilinde Teneke Şehir anlamına geliyor. Burada insanlar neredeyse bütün temel hizmetlerden yoksun bir şekilde, tenekeden yapılma perişan barakalarda yaşamaya zorlanıyorlar. Bir ‘Teneke Kent’ sakini olan Pamela Beukes’e göre Dünya Kupası, Apartheid Rejimi’nden bile kötü: “Apartheid döneminde bize ev yapmamız için tuğla veriyorlardı. Bunlar onu bile vermiyor, tenekeden evlerde yaşıyoruz.”

Hükümet yetkilileri bunun geçici bir durum olduğunu söylese de uzmanlar, N2 Gateway Projesi’yle üretilen evlerin kent yoksulları için sürdürülebilir bir sonuç sağlamadığı kanısında. Birincisi Joe Slovo’luların bu evlerin kiralarını karşılamaları çok zor. İkinci olarak bölge, şehre ve iş alanlarına çok uzak, bu da mahallenin çalışanları için yüklü bir ulaşım masrafı demek. Son olarak yine Güney Afrika’da geçen Yasak Bölge 9(District 9) filminde benzer bir hikâyeyle evlerinden tahliye edilmek istenen mülteci uzaylılara MNU çalışanı Wikus’un dediği gibi: “Bu evler, eski evlerinizden çok daha küçük, oraya taşınmak istemezsiniz!”

Benzer müdahaleler, yıkımlar ve yerinden etmeler Durban’da da yaşanıyor. Bir gecekondu mahallesi olan Kennedy Road Eylül 2009’da ANC tarafından görevlendirildiği iddia edilen sivil görünümlü 40 kişi tarafından yerle bir edildi, birçok gecekondu sakini dövüldü, bazı evler yakıldı. Kentte Dünya Kupası döneminde ‘çirkin’ görüntüler yaratmasından çekinilen birçok gecekondu sakini, işportacı ve çocuk satıcı kriminalize edilerek ya tutuklanıyor ya da kent çeperlerine gönderiliyor. Bu kişilere polis copunun söylediği tek bir şey var: “Dünya Kupası’nda buralarda gözükmeyin.”

Yine COHRE’nin şehirde yaptığı detaylı araştırmalara göre eThekwini Belediyesi’nin gecekondu mahallelerinde uyguladığı zorunlu tahliyeler kanunsuz ve dar gelirliler için geliştirilen konut projeleri de yetersiz. Bölgede gecekondu mahallelerine uygulanan zulümlere dur demek için kurulan Abahlali baseMjondolo grubu 30’dan fazla gecekondu yerleşiminde örgütlü, epey etkili bir halk hareketi.

Ülkenin en büyük şehri Johannesburg’daki yıkımlar ve zorunlu tahliyeler tipik bir soylulaştırma projesi örneği olarak göze çarpıyor. Şehir konseyinin kente olan ekonomik yatırımı arttırmak için gündeme getirdiği “Birinci sınıf Afrika şehri: Johannesburg” hedefini gerçekleştirmek için kolları sıvayan yetkililer bunun için ilk adımı attı ve kent merkezinde yaşayan gecekonducuların evlerini yıkarak sakinlerini şehrin çeperlerine postaladı. Toplamda 235 kötü durumdaki bina yıkıldı. Bu yıkımlardan toplam 67 bin kent yoksulunun etkilendiği belirtiliyor. COHRE raporlarına göre yıkımlar ve zorunlu tahliyeler gece yarılarında habersiz bir şekilde gerçekleştirildi. Bu yıkımlarda hükümet acımasızlıklarıyla nam salan Kırmızı ve Mavi Karıncalar adlı paralı milis kuvvetlerini kullandı.

Yeni nesil apartheid’ın kaynağı olarak Dünya Kupası

Güney Afrika Cumhuriyeti, Dünya Kupası için 3 milyar dolara yakın para harcadı. 5 yeni stadyum inşa edildi, var olan statlardan 5’i de yenilendi. Sadece spor tesisleri için harcanan para 1 milyar doların üzerinde. Bu rakam 2004 yılında yapılan ilk maliyet hesaplarının 3.5 kat üzerinde. Turnuva, Mayıs ayına kadar maç biletlerini satmakta dahi zorlandı. Çünkü Güney Afrika halkı ekonomik olarak FIFA’nın belirlediği bilet ücretlerini karşılayabilecek seviyede değil. Nihayetinde bilet fiyatlarında muazzam bir dampinge gidildi ve son gelen haberlere göre biletlerin büyük kısmı satıldı.

Tüm bu harcanan paraların, yapılan lüzumsuz büyüklükteki lüks stadyumların, beş yıldızlı tesislerin yerine teneke kentlerde, insanlık dışı koşullarda yaşamaya mecbur edilen kent yoksullarının sorunları çözülebilirdi. Çözülmedi! %30’u vuran ve turnuva sonrası geçici inşaat işleri biteceği için artacak olan işsizlik oranını aşağı çekecek yatırımlar yapılabilirdi. Yapılmadı! Fuhuş ve AIDS sorunlarıyla mücadele etmek için projeler başlatılabilirdi. Olmadı! Tıpkı daha önceki dünya kupalarında, olimpiyatlarda olduğu gibi halktan esirgenen bu devasa yatırımlar bir göz boyama ve propaganda aracının nesneleri olarak kullanıldı.

Nelson Mandela, Güney Afrika’da düzenlenen 1995 Rugby Dünya Kupası’nı yıllarca apartheid rejiminde birbirinden ayrı yaşayan siyahlarla beyazlar için bir kaynaşma, dayanışma ve uzlaşma aracı olarak kullanmıştı. 2010 Dünya Kupası ise Mandela’nın hayallerinin tam aksine hizmet ediyor. Yoksulla varsılın arasındaki uçurumun geri döndürülmez boyutlara eriştiği, yoksulların açıkça dışlandığı, kentlere sokulmadığı bir nevi sınıfsal apartheid’ın pervasız bir şekilde hayata geçirildiğini gözlemliyoruz.

Bir yanda toplama kamplarından beter teneke kentlerde yaşamaya zorlanan milyonlarca insan, diğer yanda 500 milyon dolarlık futbol stadyumlarında sadece belli sınıfların davetli olduğu bir ‘karnaval’. Maalesef 2010 Dünya Kupası, sporun sosyal adaletsizliğin kalesi haline getirilmesi konusunda çarpıcı bir örnek olarak literatürdeki yerini alacak. Ana akım medya bunların hiçbirinden bahsetmeyecek elbette ama siz televizyon başında futbol keyfini yaşarken bu 1 aylık festivalin, yalancı ütopyanın maliyetini çok ağır bir şekilde ödeyen milyonlarca Güney Afrikalı kent yoksulunun varlığını görmezden gelmeyin.

No comments: